15 Temmuz’un hemen ertesindeki günlerde bir hakimden, önüne
gelen dosyada hiçbir delil olmamasına karşın tutuklamaya karar
verdiğini, bu haksız kararı verirken kendisine yönelebilecek bir
suçlamayı baştan engelleme güdüsüyle hareket ettiğini dinlemiştim.
Kendisi Gülen çetesine mensup değildi ama böyle bir korku duymuş ve
hiçbir delil olmadan tutuklamaya karar vermişti. Bu kişiliksizleşme
Türkiye’nin geleceğine ilişkin tartışılmaz biçimde en önemli
sorundur. 12 Eylül faşizmini yaşamış kuşakları dahi şaşırtacak
derecede kişiliksizleşmiş bir “kamu” ile karşı karşıya olduğumuzu
gösteren bu örnek devletin kişiselleşmesinin sonucudur ve ülkede
yaşayan herkes üzerinde ciddi bir tehdittir. Uzun vadedeki sonucu
genel bir çürüme olacaktır.
KAMU GÜCÜNÜ ÖZEL ÇIKAR İÇİN KULLANMA
Devletin kişiselleşmesinin tarihi 20 Temmuz rejiminin ardından
tahkim edilmiş tek adam rejiminin öncesine gider. Bu dönemde
devletin kişiselleşmenin aracı cemaatleşmedir. AKP’nin iktidara
gelmesini takiben kamu hizmetine alımlarda açıkça ortaya çıkmış,
kimseden saklanmadan yapılan cemaatleşmenin ilk aracı mülakatlar
olmuştur. Mülakat demek, Türkiye’de torpil demektir. Özcesi, siz
istediğiniz kadar yetenekli ve açılan kadroya uygun olun;
sınavlarda en yüksek puanı alın, bir bakanın referansına ek olarak
bir cemaat liderinin listesinde yok iseniz kamu hizmetine girmeniz
mümkün değildir. Sözünü ettiğim kadrolar, hakimlik-savcılık gibi
adalet hizmeti için açılmış ya da kaymakam adaylığı gibi mülki
idare için açılmış, kadrolar başta olmak üzere kamu ayrıcalıklarını
en üst seviyede kamu yararına kullanması beklenen kadrolardır. Bir
hakim adayını, bakan bakan dolaştırmakla, cemaat bağlantısı
kurmakla göreve başlatırsanız; bir kaymakam adayına mülakatta namaz
saatlerini sorarsanız; bir vergi müfettişi adayının bilgisini ve
yeteneğini Kur’an’ı eski yazıyla okuyup okumadığı ile sınarsanız;
cemaat referansları ile oluşturulan listeler aracılığıyla kamuya
insan sokarsanız devlet artık kişileşmiştir. Yani kamunun değil
kişilerin ve cemaatlerin ayrıcalıklarını kamu gücüyle koruyacak
militanların devletini yaratmışsınızdır artık.
Anayasa’nın kamu hizmetine girme hakkını tanımlayan 70'inci
maddesinde “Hizmete alınmada, görevin gerektirdiği niteliklerden
başka hiçbir ayırım gözetilemez” hükmü getirilmiştir. Bu hükmün
emrettiği, kamu hizmetine alımlarda tek ölçütün liyakat olacağıdır.
Basitçe bunun mantığı şudur: Devlet gelip geçici bir iktidar,
nüfuzlu bir dini cemaat ya da daha geniş anlamıyla bir din
mensuplarına değil ayrım gözetmeksizin bütün yurttaşlara eşit ve
nitelikli hizmet vermek zorundadır. Fransız Devrimi’nin getirdiği
ilkeleri cumhuri rejimlerle taçlandıran temel ilke budur. Soya
sopa, bir cemaat ya da aile mensubiyetine bağlı olmaksızın kamu
hizmetine girmede ve onu almada eşitlik.
KANDIRILMANIN GERÇEK ANLAMI
15 Temmuz darbe girişimi, devlet içine hükümetin onayı ya da göz
yumması ile yerleştirildiği birçok bakımdan açık olan bir İslamcı
çete tarafından gerçekleştirildi. Fakat bu çete sadece darbe
yapmadı. Hatırlamak gerekir; Ergenekon, Balyoz ve KCK davalarında
usulsüz delil toplama ve olmayan deliller yerleştirme ile cemaatin
ve hükümetin ortak çıkarları için yargılama usulleri geliştirdi.
Görsel ve yazılı medyası aracılığı ile birçok yurttaşın itibarını
zedeledi. Kamu ayrıcalığı kullanarak bir cemaatin çıkarını kamusal
çıkarların önüne koydu. Üniversitelerde eleştirel bütün fikirleri
boğacak şekilde kendi cemaat mensuplarını yerleştirmek için
akademisyenleri tasfiye etmeye çalıştı. Liyakatli kamu personeline
akıl almaz eziyetler ederek onları görevinden uzaklaştırma çabasına
girdi. Bunları nasıl mı yapabildi? Kamu görevine nasıl mı geldi?
KPSS’de soru çalarak örneğin. Dönemin hükümetleri, başbakan,
cumhurbaşkanı düzeyinde onlarca cemaat mensubu aile ferdinin tam
puan aldığı sınavları tertemiz olarak nitelendirirken, sınavlar
hakkında suç duyurusunda bulunanları teröre hizmet etmekle suçladı.
Kamu hizmetine giriş için yapılan mülakatlarda cemaat listeleri
yarıştı, kontenjanlar kondu. Sıradan yurttaşlar, ne kadar çalışkan
ve yetenekli olursa olsunlar cemaatlerin koyduğu duvarları
aşamadılar. İşte devlete sızma olarak anlatılan hikaye budur. Kamu
hizmetine bu yolla girmiş bir bürokratın ya da yargıcın artık
cemaatin ya da kendisini hak etmediği bir makama getiren kişinin
çıkarları aleyhine davranmasını, kamunun çıkarını koruyacak bir
kişiliği ortaya koymasını bekleyemezsiniz. Artık devlet kişileşmiş,
kamu kişiliksizleştirilmiştir.
KANDIRILAN KİM?
Peki, kandırılma varsayımını kabul edelim. Metodolojik bir
kandırıkçılık yöntemi izleyelim. Bunun için de en tepeden
başlayarak en aşağıya doğru inelim. Örneğimiz yargı kurumu olsun.
Anayasa Mahkemesi iki üyesini Anayasa’ya aykırı olarak attığı
kararında “sosyal çevre ilişkileri” ifadesini kullandı. Demek ki
sosyal çevre mahkeme üyeleri tarafından çok önceden
anlamlandırılmıştı. Fakat Adalet Bakanlığı’nın idari personeli de
görevden atılmıştır, hem de şoför, aşçı düzeyinde. Dolayısıyla
devlet onların da sosyal çevre ilişkilerini önceden
anlamlandırabilmiş, demek ki başkalarının bilmediği bir şeyleri
bildiği halde “kandırılmış”. Bu örneğin gösterdiği, kandırılmanın
kamu hizmetine girmede, göz yumulan bir sızdırmada değil; kamu
ayrıcalıkları kullanan bu personelin oklarını bizzat ona göz
yumanlara yönlendirmesindedir. Metodolojik kandırıkçılığın uç
noktası bize şunu söyler: Asıl üzerine oyun oynanan liyakatten
başka hiçbir güvencesi olmayan yurttaşlardır. Kendisini bir cemaate
bağlamayarak kamu hizmeti vermeye ve almaya çalışan milyonlarca
insandır.
Biraz daha bu yoldan ilerleyelim. İslamcı Gülen çetesinin
kamudan tasfiyesinin ardından kişiselliğini tek adama bağlılık
üzerinden sürdüren devlette kamu görevlilerinin sadakati, kamuya
değil, tek adama yönelmektedir. Yani tek adama tabi cemaatler;
rollerini hiç gizlemeden kamu kurumlarında kontenjan bulmaktadır.
Kısaca Gülen çetesinin döşediği taşlar üzerine duble yollar
kurulmaktadır.
Cumhuriyetin temeli olan liyakat ilkesine dönüş sağlanmaz ise
cumhuriyet ortadan kalkacaktır. 20 Temmuz rejimi gelip geçicidir.
Fakat bu sorunun uzun vadedeki sonucu ürkütücüdür.