“Her deneyim, bize yeni perspektifler sunar elbette. İki buçuk yıldır iki kişi, küçük bir hücrede yaşıyoruz. 46 yıllık ömrümde, dünyamın bu kadar genişlediği başka bir dönemim olmadı. Çıkınca dünya bana dar gelecek diye korkuyorum.”
Mayıs 2019’da yaptığımız söyleşide Selahattin Demirtaş böyle demişti.
Aslında Demirtaş başından beri dört duvarın arasına sıkıştırılamamış, Kürt siyasetçilerine karşı kurulmuş olan devlet mahkemesinin gördüğü çağımızın Dreyfus Davası’nın aktörlerinden biri.
Cumartesi akşamı, Kenter Tiyatrosu’nun izleyici sıralarında Pervin Buldan, Selvi Kılıçdaroğlu, Başak Demirtaş, Dilek İmamoğlu, Canan Kaftancıoğlu, Kadir İnanır, Sırrı Süreyya Önder gibi önemli pek çok isim otururken, Demirtaş’ın Devran’ındaki öykü kahramanları Jülide Kural ve Ömer Şahin’in etkileyici sesiyle canlanıyordu.
Devran’da, kasaba eşraf ve siyasetçilerinin küçük iktidar alanlarında kalabilmek için ezdikçe ezdiği, hayat tutamaklarını birer birer kopardığı “aşağıdakiler”, Demirtaş’ın öyküleri sayesinde seslerini, homurtularını, çığlıklarını, küçük de olsa dirençlerini ve isyanlarını açığa çıkarıyordu.
Demirtaş’ın, hayatları adaletsizlik ve yoksullukla kuşatılmış Kürt-Türk ezilmişlerinin deneyimlerine inerek kaleme aldığı öyküleri, Türkiye’de siyasetin nereden kurulması gerektiğinin de önemli bir dayanağını oluşturuyor.
O yüzden Kenter Tiyatrosu’nda bir oyun değil, bir belgesel sahneleniyordu aslında.
İçişleri Bakanı, Kenter Tiyatrosu’nda buluşanları hedef alarak, “Gittikleri tiyatro, bu ülkenin insanını acıtan, bizim bir yerlere ulaşmamızı istemeyenler tarafından oluşturulan bir tiyatro” demiş.
Bakan bir yanıyla haklı. Kenter Tiyatrosu’nda bulunanlar elbette rotası faşizmden öte olmayan iktidar partisinin “bir yerlere ulaşmasını” istemiyorlar ve zaten bunu ilan ediyorlar.
Söz konusu bakan, her ne kadar sanatçı Kadir İnanır’ı doğrudan hedef almış görünse de, sözcülüğünü yaptığı iktidarın esas hedefi iki yönlü. İlki, Demirtaş “öyküleri” etrafında gerçekleşen ve reel siyasette yeni bir kapının açılmasına işaret eden Pervin Buldan, Selvi Kılıçdaroğlu, Dilek İmamoğlu, Başak Demirtaş gibi isimlerin o salondaki buluşmasıydı.
Diğer husus ise, dört duvara sıkıştıramadıkları, hemen her fırsatta Türkiye siyasetini etkileyen, Kürtlerin sesini Türkiye’ye yayan Demirtaş’ı, istikrarlı bir “itibarsızlaştırma” söylemiyle görünmez ve bahsedilmez kılmak.
Nitekim Kenter Tiyatrosu’ndaki performanstan hemen sonra sosyal medyada önce Dilek İmamoğlu üzerinden başlatılan karalama kampanyası, troller eliyle ertesi güne Demirtaş karşıtı paylaşımlara dönüştürüldü. Israrla bağırıyorlardı, “Demirtaş teröristtir” bitti!
Peki neden?
Nedene gerek yok, “teröristtir işte!”
Aslında bakanın da ifade ettiği üzere bu ülkede bir tiyatro oynandığı çok açık. Ama o tiyatro Kenter Tiyatrosu’nda sahnelenmedi.
Esas tiyatro, geçen hafta, Demirtaş’ın “yargılandığı” mahkemenin salonunda geçiyordu.
Demirtaş, tiyatrodan sonra sosyal medyada troller eliyle oynanan tiyatroyu da öngörürcesine 7 Ocak tarihli duruşmasında şöyle diyordu: “Görülmekte olan dava ve birazdan detaylarına gireceğim fezlekelerin tamamı, bu rejimin ya da kaos düzeninin anayasal cumhuriyet düzeninin yerine ikame edilmesi için açılmış davalardır. Recep Tayyip Erdoğan’ın önüne engel olarak çıkan herkes; bu bir muhtar da olabilir, bir partinin başkanı, eş genel başkanı da olabilir. Bu bir eski başbakan, cumhurbaşkanı da olabilir. Bu bir yargı üyesi olabilir, medya mensubu olabilir, üniversite öğrencisi olabilir. Hiç fark etmez. Tamamının bastırılması, baskılanması, tasfiye edilmesi, tehdit edilmesi, şantajla, korkuyla teslim alınması, üzerine kuruludur.”
Demirtaş, herkesin mutlaka okuması gereken savunmasında, mevcut rejimi de siyaset bilimi terminolojisiyle şöyle tanımlıyordu: “Buna ‘diktatörlük’ diyemeyiz literatürde. Daha çok ‘rekabetçi otoriterizm’ olarak siyasi literatürde tanımlanabilir. Neden? Çünkü halen seçim yapılıyor, seçimlerin yapılma ihtimali var. Ama rekabetçi otoriterizmde seçimlerin tamamı otoriter liderin kazanması üzerine inşa edilir. Geri kalan her şey tasfiye edilir. Seçim garantiye alınır, göstermelik seçimler yapılır.”
Tiyatro demiştik değil mi? İşte oyuncular, işte tiyatro. Ama iktidarın bu oyunu işlemiyor. Sahneye konduğu anda kotarılamamış bir komediye dönüşüyor. Olağan koşullarda bu oyunu bile kotaramayan aktörlerin utançla perdenin arkasına koşması gerekirken, salonda gülüşenlere parmak sallanıyor, tehditler savruluyor.
Devlet yakında yüzyılını tamamlayacak olan bu tiyatroyu aynı alışkanlıklarla ayakta tutma çabalarına devam ediyor.