‘Devlet’; 12 Eylül cuntacılarından 90’ların paramiliter çetelerine, 28 Şubat generallerinden cemaatçilere, asker vesayetinden saray vesayetine, o ‘Kemalist’ klikten bu ‘İslamcı’ kliğe salınırken, hep ‘esas olan’ bir devamlılığı sağlıyor. Ve her defasında kendi ‘bekası’ olarak gördüğü düzenin karşısında duracakların önüne bir ‘terör masası’ koyuyor.
Burada sıklıkla ‘90’lar Türkiyesi’ne dönmenin iki nedeni var.
Birincisi çok öznel: Bizim kuşağın içinde yüzdüğü ve oluştuğu kirli
havuz, 90’lar Türkiyesi idi… İkincisi ve daha önemlisi ise, daha
baştan yanlış bir varsayıma, “90’lar” ve “bugünler”in, bir oyunun
iki perdesi, bir maçın iki devresi gibi, birbirinden kesin
çizgilerle ayrılmış iki ‘farklı dönem’ olduğu varsayımına ve buna
dayalı kıyaslama eğilimlerine itiraz ihtiyacı… 90’ların –dahası
80’lerin– ve bugüne kadar gelen kalan zamanın bir bütünlük
gösterdiğini, dolayısıyla ‘90’lara dönmek’ metaforunun, iyi niyetli
dahi kullanılsa, hem bugünü anlamayı zorlaştıran hem de bugünün
iktidar sahiplerine geniş bir manevra alanı yaratan, onların
90’lara (ve tabii 80’lere) dair sorumluluklarını gölgeleyen bir
çarpıtma olduğunu usanmadan tekrarlamakta yarar var. Sadece olay ve
olgularıyla değil, en başat aktörleri açısından da 80’ler ve
90’ların dolaysız bir devamını yaşıyoruz, nitekim. Aynı düzen, ana
hatlarıyla aynı egemen siyasal fraksiyon setinden oluşturulmuş
ittifaklar-bloklarla sürdürülüyor…
* * *
12 Eylülcülerin sola karşı giriştiği itibarsızlaştırma terörünün
en simgesel davranışlarından biri “suç aletleri masası”nın önüne
arkası dönük ya da ‘boynu eğik’ olarak dizilmiş devrimcilerin
görüntülerini yayınlamaktı. Bu masaların üzerine, uydurulmuş, icat
edilmiş suçların kanıtı olarak, Marx kitaplarından küçük mutfak
tüplerine, nüfus cüzdanlarından silah ve mühimmata, kırmızı
bayraklardan paraya, mektuba, telsize, bota, peruğa, yağlı boyaya
kadar pek çok nesne konur ve devlet medyası tarafından, o kişilerin
“çok sayıda silah, örgütsel malzeme ve doküman ile yakalandığı”
yalanı anons edilirdi. Bir yanda onbinlerce gözaltı ve tutuklamanın
meşrulaşması, “bakın kimseyi boşa tıkmıyoruz içeri” propagandası;
diğer yanda devrimcilerin “vaktiyle komünistlik, teröristlik
ederken kullandığı ıvır zıvır” ile birlikte teslim alınmış, yenik,
pişman ve çaresiz görüntüsü!
Televizyon zaten uzun süre tek kanallıydı ve şimdikinden farksız
bir devlet borazanıydı; ama burjuva patronlarının elindeki sözde
sivil basın da bu fotoğrafları aynı iştah ile yayınlıyordu. 12
Eylül’ün üzerinden 10 yıldan fazla zaman geçmişken de bu çirkin
iştahları yerli yerindeydi. ‘Hür teşebbüs’ün gazeteleri, gördüğü
elektrik işkencesiyle saçları tiftiklenmiş kadınlar için
“Terminatör Seher” diye başlık atmaya kadar vardırdılar işi…
Kırılmış kollarıyla zafer işareti yapmaya çalışan, işkence gördüğü
yüzündeki yara bereden belli olan insanların fotoğraflarının
altına, bu açık işkence izlerinden hiç söz etmeksizin, silah ve
doküman listeleri yazdılar. İşlenen suçların dolaysız ve gönüllü
ortaklarıydılar.
Bu mizansen, 1992’de, Adanalı işçi Remzi Basalak tarafından
fiilen sona erdirildi.
Remzi Basalak'ın tekmesi
23 Ekim 1992 günü, bir Tekel deposunu soyduğu iddiasıyla
gözaltına alınan 6 kişi Adana Emniyet Müdürlüğü’nün üçüncü
katındaki ‘teşhir salonu’na getirildi. Üzerine bol miktarda para,
iki otomatik silah, “Polis” yazısı oluşturacak şekilde dizilmiş
yüzlerce mermi ve “çok sayıda örgütsel doküman” konmuş bir masanın
önüne dizildiler. Gazeteciler ve kameramanlar ‘görüntü’ alıyordu.
Tam o esnada, 30 yaşındaki Remzi Basalak, elleri arkadan kelepçeli
olduğu halde, önündeki masayı tekmeledi ve devirdi. O masanın bir
düzmece olduğunu, şubede işkence gördüklerini söylüyordu
bağırarak.
Terörle mücadele polisleri ilk şaşkınlığı attıktan sonra
alelacele ve ite kaka dışarı çıkardılar onu. Ve hemen o gece,
benzerlerine Orta Çağ’da rastlanan bir ibreti alem işkencesiyle
öldürdüler. Bel hizasına bile gelmeyen bir kalorifer peteğine
kendini asarak intihar ettiğini söylediler sonra. Remzi Basalak’ın
işkencecilerini hukuki sorumluluktan kaçırmayı başardılar, ama bir
daha da kimseyi öyle bir masanın önüne çıkarmaya cesaret
edemediler. ‘Örgüt masası’ mizanseni bitti.
* * *
Remzi Basalak’ın, neredeyse tüm ülkenin gözleri önünde
işkenceyle öldürüldüğü 23 Ekim 1992’de, Başbakan Süleyman Demirel,
İçişleri Bakanı DYP’li İsmet Sezgin idi. Mehmet Ağar’dan Necdet
Menzir’e, Ünal Erkan’dan Hayri Kozakçıoğlu’na, e dolayısıyla
Abdullah Çatlı’dan Haluk Kırcı’ya, Sedat Bucak’tan İbrahim Şahin’e,
legal ve illegal bir dizi ‘bürokrat’ ve ‘devlet adamı’ başrollerde
sahneye çıkıyordu. Başta Kürt hareketi ve sosyalistler olmak üzere,
sistemin kendisine tehdit olarak gördüğü tüm kesimlerin üstüne 12
Eylül’den miras bir gaddarlıkla gidecek olan bir devlet kadrosuydu
bu. Demirel’den sonra Çiller’in, sonra da Erbakan-Çiller ortaklı
Refahyol koalisyonunun himayesinde güçlenen, neredeyse ‘özerk’ hale
gelen bir klik oldular. Susurluk kazasından sonra, devlet içi bir
çatışmaya dönüşen süreçte 28 Şubat müdahalesine kadar da
hakimiyetlerini sürdürdüler.
28 Şubat’ın ‘laik’ generalleri onları büyük oranda tasfiye etti
ama suçlarını deşifre etmedi. ‘Devlet içi’ çatışma –geçici olarak–
kazanılınca, yenik tarafın icraatı ‘sorun’ olmaktan çıkmıştı.
Genelkurmay lojmanlarında 28 Şubat öncesi “Sürekli Aydınlık İçin 1
Dakika Karanlık” eylemlerinde yanıp sönen ışıklar dondu. ‘Yeni’
güvenlik bürokrasisi de kendi ‘operasyonları’na girişti. Dağdan
kaçmış itirafçılara okutulan ‘işlevli’ kurmaca metinler yine büyük
gazeteler ve televizyonlardan servis edildi. ‘Devlette devamlılık
esas’tı.
Ama onların ‘baharı’ da çabuk geçti. Gerçek sorunlardan uzak ve
çarpık bir ‘laik hamaset’, lime lime dökülen 12 Eylül rejiminin ve
arsız zenginleşmelerin yol açtığı ekonomik çöküntünün enkazı
altında kaldı. Burjuva siyaset ve devlet düzeninin ‘merkez’i, bir
süredir düzenin bekası için umacıya dönüştürülen İslamcılar lehine
lağvoldu. ‘Merkez’in ekseni, kısa süre öncesinin aşırı dinci ve
faşist fraksiyonlarına doğru sağ saptı.
‘Gömlek değiştirmiş’ İslamcıların öncülüğündeki yeni blok,
küresel sisteme siyasi, ekonomik ve diplomatik olarak tam
entegrasyon vaadiyle yerleştiği iktidardaki 16. yılında, küresel
sistemle ‘kavgalı’ bir görüntüyle ve neredeyse tamamen yeni
‘sima’lardan oluşan müttefikleriyle tahkimat sağlıyor. “Kızıl Elma”
diyeni Ergenekoncu diye yaftalayıp içeri attıkları bir düzlemden,
benim diyen Kızıl Elmacıları kıskandıracak faza bir çırpıda
geçebiliyorlar. Bir zamanlar liberallerden ve ‘Cemaat’ten aldıkları
desteği, şimdi bazı ulusalcılardan ve başka cemaatlerden
sağlıyorlar. Bir ideolojiye sahip olmamanın kendisini ideolojiye
dönüştüren; siyasal olarak ‘ilkesiz’; dolayısıyla tüm ahlaki
sınırlamalardan muaflığını açıkça ilan eden; bulunduğu kabın
şeklini alan tam bir 21'inci yüzyıl fenomeni…
‘Devlet’; 12 Eylül cuntacılarından 90’ların paramiliter
çetelerine, 28 Şubat generallerinden cemaatçilere, asker
vesayetinden saray vesayetine, o ‘Kemalist’ klikten bu ‘İslamcı’
kliğe salınırken, hep ‘esas olan’ bir devamlılığı sağlıyor. Ve her
defasında kendi ‘bekası’ olarak gördüğü düzenin karşısında
duracakların önüne bir ‘terör masası’ koyuyor. Bugünkü devlet ve
rejim 12 Eylül’den beri süren sağcılaşmasının doğal rotasında,
eskiye oranla çok daha ‘dinci’ bir devlet ve rejimdir. Ama esasen
12 Eylül ile kurulan ‘Yeni Türkiye’nin ta kendisi, onun çeşitli
uğraklardan geçerek varılmış “2010’lar” versiyonudur. Sisteme
muhalefet edenlerin, denklemi değiştirmeye yeltenenlerin önüne
koyduğu o ‘terör masası’ndan bile teşhis edilebilir.