Havacı Teğmen Mehmet Alkaya, 68 döneminde ordu içindeki örgütlenmede aktif rolü olan bir subaydır. Alkaya’nın “Ne Kaldı Bizden Geriye” isimli kitabında, 12 Mart 1971 muhtırasına giden süreç, THKP-C içindeki rolü, Mahir Çayan’la ilişkisi ve 12 Eylül darbesine uzanan tarihi kesit anlatılıyor…
68 kuşağından arkadaşlar, o döneme ilişkin anılarını yazmaya devam ediyorlar. Havacı Teğmen Mehmet Alkaya’nın da “Ne Kaldı Bizden Geriye” isimli kitabı, Şubat 2024’te Destek Yayınları’ndan çıktı.
Alkaya’nın kitabında, askeri okullarda Atatürkçü bir eğitimden geçtikten sonra 1968 dönemi koşullarında devrimci mücadelenin içersine giriş, ordudaki örgütlenme, cuntalar, THKP-C (Türkiye Halk Kurtuluş Partisi ve Cephesi) ile ilişki ve bu örgütün lideri Mahir Çayan’la tanışma geniş bir şekilde anlatılıyor.
Kitapta, devrimci asker kesimin THKP-C’ye desteği, sonuçta silahlı mücadelenin yenilgiye uğraması, Alkaya’nın üç yıllık cezaevi süreci, sol kesim için çıkarılacak dersler, 12 Eylül 1980 darbesine giden süreç, yaşanmış somut olayların tanıklığında ifade ediliyor.
Kitapta Alkaya ile ilgili söyleşiyi Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi (Mülkiye) mezunu, yakın tarihe meraklı, sendika uzmanı Hasan Tahsin Benli yaptı. Hasan Benli, yine o dönemin subaylarından Yücel Top’la da “Günlerin Bugün Getirdiği” isimli kitap için bir söyleşi yapmıştı. Benli, benim “Mesele Teslim Olmamakta” isimli kitabımın da “isim babalığını” yapan, editoryal katkı sunan bir arkadaşımdır.
JOHNSON MEKTUBU
Kitaptaki söyleşi, 1946 doğumlu Mehmet Alkaya’nın çocukluğu, aile yapısı ve 27 Mayıs 1960 askeri müdahalesi ile başlıyor. Hava Lisesi’ne girişi ve ABD Başkanı Johnson’ın Türkiye’ye ültimatom şeklindeki mektubu, askeri bir öğrenci olan Alkaya’yı etkiliyor.
Johnson’ın mektubunda, Türkiye’nin bir NATO üyesi olarak Kıbrıs olaylarında Amerikan silahlarını kullanamayacağı vurgulanıyor. Atatürk, Kurtuluş Savaşı ve milli bağımsızlık temalarıyla yetişen askeri okul öğrencileri ve bu bağlamda Mehmet Alkaya’da da ilk yurtsever tepkiler oluşuyor.
Mehmet Alkaya, 1966 yılında Hava Harp Okulu’na başladığında bölük komutanı ve daha sonra Madanoğlu cuntasında yer alan Yüzbaşı Salih Zeki Yılmaz’dan etkileniyor. 1968 Hava Harp Okulu mezunu öğrencilerin çıkardığı Göksenin Yıllığı, o dönemde büyük bir etki yapıyor.
Kurtuluş Savaşı üzerine görüşlerin yer aldığı Göksenin’de, daha sonra Kızıldere’de Mahir Çayan ve 9 arkadaşı ile birlikte katledilecek olan Teğmen Saffet Alp’in de bir yazısı bulunuyor. Dinci ve sağcı yazar Mehmet Şevki Eygi, “Harp Okulları komünistlerin işgali altında” diye yazılar yazmaya başlıyor.
DENİZ GEZMİŞ’LE TANIŞMA
Alkaya’nın kitabında, o dönemde cuntalarla bağlantılı olan üst rütbeli subayların üç konuda fikir birliği içinde olduğu belirtiliyor: Birincisi; “iktidara el koymak”, ikincisi; “komünizm ve demokrasinin ülkeyi daha büyük bir çöküntüye götüreceği”, üçüncüsü de; “NATO’ya bağlılık.”
Mehmet Alkaya ise, kendisine yakın subay arkadaşlarıyla birlikte Atatürk’ün takip ettiği yolda “vatanı kurtarmak” ve bu girişimi meşruiyet içinde gerçekleştirmek ve en önemlisi “ülkenin bağımsızlığı” ilkesinden vazgeçmemek şeklindeki görüşleri benimsiyor.
Alkaya, 1969 yılında bir arkadaşı vasıtasıyla 68 döneminin öğrenci liderlerinden Deniz Gezmiş’le tanışıyor. Gerisini kitaptan okuyalım:
“Deniz, arandığını, saklanmak için İzmir’e geldiğini anlattı. Ne kadar ceza için arandığını sordum, ‘altı ay’ dedi. ‘Git yat, kimseyi de sıkıntıya sokma’ diye tavsiyede bulundum… Sohbetin sonunda birbirimizle ilişkinin bir anlamı olmayacağını karşılıklı olarak anladık ve vedalaşarak ayrıldık”.
ATATÜRK ÇİZGİSİ
Teğmen Alkaya, uçuş eğitiminden sonra Eylül 1969’da Tuzla’daki Piyade Okulu’na geliyor. O yıllarda orduda pek çok cuntanın kurulup dağıldığından, ertesi gün yeni cuntaların kurulduğundan bahseden Alkaya, o dönemdeki siyasi görüşlerini de şöyle özetliyor:
“…hayran olduğum Atatürk çizgisini ve Kurtuluş Savaşı’nı sürekli okuyor ve araştırıyordum… Ancak akıl erdiremediğim, Atatürk’ün ölümünden sonra ülke gelişmesinin ve ilerlemenin neden durduğuydu. En önemlisi bağımsızlığımızı neden kaybettiğimizdi… Sorunun sistemde olduğunu düşünmeye başladım”.
Mehmet Alkaya, gerek cuntacıların, gerekse üst komuta kademesinin Atatürkçülüğü şeklen benimsediğine kanaat getirir. Ve ordunun NATO’nun hizmetinde olduğuna inancı artar. Alkaya, Marksist kaynakları da okuyunca “emperyalizmin kucağına düşmeyen bağımsız bir Türkiye’nin ancak işçi sınıfının işin içinde olmasıyla mümkün olacağı sonucuna varır.”
MAHİR ÇAYAN’LA İLİŞKİ
Havacı subayların örgütlenmesinde rol oynayan Yüzbaşı Orhan Savaşçı, aynı zamanda 68 dönemi öğrenci liderlerinden Mahir Çayan’ın kayınbiraderidir. Alkaya, Savaşçı vasıtasıyla Çayan’la tanışır.
Havacı subaylar, 1970 yılında Hava Kuvvetleri Proleter Devrimci Örgütü adıyla gizli bir örgüt kurarlar. Savaşçı ve Alkaya da bu örgütlenmenin içindedir ve yürütücü kadrosunda görev alırlar.
Alkaya’nın ifadesiyle kendilerini “Marksizmi öğrenmeğe çalışıyorduk ama hamurumuz Kemalizmle yoğrulmuştu, vatan sevgisi ve bağımsızlık hareket noktamızdı” şeklinde tanımlıyorlar.
Alkaya, 9 Martçı cuntacıların bazılarıyla temas ettiklerini ancak bu tür girişimlere sıcak bakmadıklarını belirtiyor. Kitapta, Deniz Gezmiş grubunun banka soygunu eylemlerine başladığında Mahir Çayan ve arkadaşlarının bu eylemleri “goşizm” olarak nitelendirip eleştirmesine rağmen bir süre sonra ayni nitelikteki eylemlere Mahir’lerin de başvurduğu ifade ediliyor.
Mehmet Alkaya, 1971 yılı başındaki bu olayları şöyle tanımlıyor: “Biz birdenbire bu silahlı eylemler içinde bulduk kendimizi… Gelinen nokta ise, sonu düşünülmeden, hiçbir hazırlık yapılmadan silahlı eylemler yapmak olmuştu. Ortada tartışılan bir konu yoktu ki onaylamamız söz konusu olsun. Olaylar öylesine gelişiyordu ki düşünmeye bile fırsat yoktu”.
ELROM’UN ÖLDÜRÜLMESİ
Alkaya’nın kitabında, İsrail İstanbul Başkonsolosu Efraim Elrom’un THKP-C örgütü tarafından kaçırılması ve öldürülmesiyle “artık geri dönülmez bir noktaya” gelindiği anlatılıyor. Alkaya, bu haberi Afyon’da iken radyodan öğrendiğini ve şaşkına döndüğünü belirtiyor.
Yine kitapta, “Dev Genç geleneğinden gelen arkadaşlarımızla aramızda çok önemli bir fark vardı. Biz askerler her zaman bir sonraki adımın ne olacağını tartışmak istiyorduk. Diğer arkadaşlar ise bu sorudan hiç hoşlanmıyorlardı” deniyordu.
Mehmet Alkaya, Mahir Çayan ve arkadaşlarının yakalandıktan sonra Maltepe Askeri Cezaevine getirilişine ve Kasım 1971’de tünel kazarak kaçışlarına da yardımcı olduklarına değiniyor.
Mahir’lerin cezaevinden kaçışı sonrasında saklanacak evler ve Karadeniz bölgesine intikallerinde havacı subayların vermiş olduğu lojistik desteğin önemine değinen Alkaya, THKP-C’nin sonuçları hesaplanmayan bir mücadele yürüttüğünü de ifade ediyor.
ALKAYA’NIN YAKALANMASI
Mart 1972’de bir evde yakalanan Mehmet Alkaya, ünlü Ziverbey Köşkü’ndeki işkenceden sonra altı ay bir hücrede tek başına kalıyor. Alkaya, kitabında o sıradaki düşünce ve görüşlerini bir özeleştiri mahiyetinde şöyle açıklıyor:
“Hapishane koşullarında psikolojik durumum iyi değildi… Yenilginin baş sorumlusu olarak görüyordum kendimi. Mahirlerin davranışlarını etkileyemezdim ancak asker arkadaşlarımın örgütlenmesi ve işlevleri konusunda üstüme düşeni yapmadığım kanısındaydım… Her şeye kızıyordum ama kimseye bir şey belli etmemeye çalışıyordum”.
Mehmet Alkaya, yine hapishanede hücrede iken yakın arkadaşı Havacı Teğmen Saffet Alp’in Kızıldere’de katlediliş olayını gazetelerden öğrenince büyük bir üzüntü geçirdiğini belirterek “Saffet’in aramızdan böylesine ayrılmasının acısını hala yüreğimde taşıyorum, benim için kapanmayan bir yürek yarasıdır” diyor.
ÖZELEŞTİRİ
Mehmet Alkaya, “Ne Kaldı Bizden Geriye” isimli kitabının son bölümünde de olayların kısa bir değerlendirmesini ve özeleştirisini yapıyor. Alkaya, emperyalizmin ve devlet güçlerinin sol hareketleri gücüyle orantısız bir mücadeleye sürüklediğine ve yenilmesini amaçladığına dikkati çekiyor. Şöyle diyor:
“Olaylarda bizim de sorumluluğumuz vardı. En azından sessiz kalmak ya da tavırsız olmak bile sorumluluk getirir çoğunlukla. Ne türden gerekçe yaratırsak yaratalım içinde bulunduğumuz durumu değerlendirememiştik.
Muhalefet gösterip siyasi tavır ortaya koyamamıştık. Eleştiri hakkımızı da belli ölçüde yitirmiştik. Mahkeme sürecinde siyasi savunma yapmamıştık ama özellikle kendisini savunma şansı olmayanları suçlamadık. Aslında kimseyi suçlayacak bir durum da yoktu”.
SON DEĞERLENDİRME
Alkaya, daha sonra değerlendirmesini şöyle sürdürüyor: “Kurtuluş Savaşı sürecinde kazanımlarımız vardı. Bu kazanımlara sol sahip çıkmadı. Öncelikli görevimiz Cumhuriyet’e sahip çıkmamız gerekirken sol, bu mücadeleyi ve kazanımları küçümsedi…
‘Yön ve Devrim hareketi’, asker ve sivil aydınların, ‘memleketin gerçek sahiplerinin’ tepeden inmeci bir yöntemle sorunları çözeceğine inanıyor ve bunun teorisini yapıyordu… İşçi sınıfının gerçekleştirdiği 15-16 Haziran 1970 olaylarından sonra sol düşüncenin kitlelerle ilişkisi de kesilmiştir. Bu durum emperyalizmin işini kolaylaştırdı…
Ben yaşadıklarımdan asla pişman değilim. İyi ki bu mücadelenin içinde olmuşum. Bizler 68 kuşağı, hiçbir art niyet olmaksızın varımızı yoğumuzu ortaya koyarak ulusumuz ve ülkemiz için yapılması gerekenleri yaptık.
Elbette yanlışımız, eksiğimiz vardı. Ancak esas yanlış yapanlar bizim gençliğimizden ve deneyimsizliğimizden yararlanarak Türkiye’yi ve ulusumuzu emperyalizmin kucağına atanlardır ve utanması gereken onlardır.
Bu vesileyle bu mücadele içinde birlikte olduğumuz tüm yoldaşlarıma en içten selam ve sevgilerimi sunuyorum, bu yolda hayatlarını kaybeden tüm yoldaşlarımı da hasretle anıyorum”…
Mehmet Alkaya ile 1970 yılında tanışıp devrimci mücadele içinde bulunmuştuk. Arkadaşım Alkaya’yı tarihe belge olarak kalan bu çalışmasından ötürü kutluyor ve okurunun bol olmasını diliyorum…