'Devrimci'den 'aktivist'e: Değişen mücadele, değişen sözcükler...

Sibel Özbudun, devrimciliğin 'nihai olarak halkın ayaklanmasını arzuladığını' söylüyor. Hakkı Özdal, "Türkiye’deki aktivizmleri yeniden kolektif bir mücadele etrafında birleştirmek gerektiğini" vurguluyor. Ertuğrul Kürkçü, Shakespeare’in sözüne atfen “Güle ne dersen de, hep aynı kokar” diyor. Melda Onur ise eski kuşak ile 90 kuşağını Gezi sürecindeki bir hikayeyle anlatıyor...

Abone ol

DUVAR - "Sosyalist imgeler", "Paris Komünü", "68 kuşağı", "Latin Amerika devrimleri"... Ve derken Occupy hareketi, Tahrir Meydanı, Gezi... Yıl 2019. Muazzam neoliberalizm saldırı karşısında 'eski usül' mücadele yöntemleri ne kadar kullanılıyor, ne kadar işlevli? "Aktivizm" kavramının hayattaki karşılığı ne? Örneğin "devrimcilik"le benzer tarafları var mı? “Militan” sözcüğünün kullanımı neden tedavülden kalktı? Kendisini “aktivist” olarak tanımlayan insanlar ne demek istiyor? "Gelecek" fikri üzerine kurulan hayallerin pratikleri değişti mi?

Mevcut sorunlara karşı geliştirilen -kimi kez geçici- çözümler, 'politik tavır' olarak değerlendirilebilirler mi? Milyonlarca nüfus barındıran kentler direniş biçimlerinin değişmesinde nasıl etkili oldu?

Değişen mücadele biçimleri/tanımlamaları üzerine Sibel Özbudun, Melda Onur, Ertuğrul Kürkçü ve Hakkı Özdal’la konuştuk.

'AKTİVİZMLE BU İŞ ÇÖZÜLECEK DENİYORSA BUNUN GEÇERLİ OLDUĞUNU DÜŞÜNMÜYORUM'

Antropoloji Bölümü’nden emekli öğretim görevlisi Sibel Özbudun aktivizmin adı üstünde 'eylemcilik' ya da 'faaliyet içinde olmak' demek olduğunu hatırlatarak aradaki ayrımı şöyle açıklıyor:

“LGBT-İ aktivisti olabilirsiniz ama LGBT-İ devrimcisi olamazsınız ya da ne bileyim çevre aktivisti, hayvan hakları aktivisti olabilirsiniz. Devrimcilik, ekonomi-politik sistemin bütününe karşı olmak, sistemin bütününü değiştirmeye talip olmak demektir. Aktivizm ise sistemin şu ya da bu sorunuyla derdi olan, bu konuda faaliyet gösteren, mücadele eden bireyleri anlatan bir kavram.”

Devrimciliğin mekânla ilgili bir tanımlama olmadığını da ekliyor Özbudun: “Örneğin 16. yüzyılda feodaliteye karşı ayaklanan köylülerin, 1871'de Paris Komünü'nü gerçekleştiren kentlilerin devrimci olması gibi.”

“Aktivistler farklı farklı stratejiler izleyebilirler. Sadece sosyal medya üzerinden bir eylem yürütebilirler. Cumhurbaşkanını bir konuda ikna etmeyi tercih edebilirler, yerel halkı örgütlemeye çalışıyor olabilirler. Devrimcilik ise nihai olarak halkın ayaklanmasını arzular.”

Özbudun, tüm bu sözlerden aktivizm biçimlerini küçümsediğinin ya da yararsız bulduğunun anlaşılmaması gerektiğini belirtiyor ve ekliyor:

“Elbette mevzi mücadeleleri önemlidir ama şöyle bir söylem var: 'Artık sınıflar bitti. Toplumsal uzlaşı ve aktivizmle bu iş çözülecek...' Böyle deniyorsa bunun geçerli olduğunu düşünmüyorum.”

Sibel Özbudun

'17 YAŞLARINDAYKEN DİNOZOR DİYE ANILAN BİR KÜLTÜREL ÇERÇEVENİN İÇİNDE BULDUK KENDİMİZİ'

Gazete Duvar yazarlarından Hakkı Özdal, Türkiye’deki mücadele biçimlerini üç ayrı dönemle anlatıyor. 70’ler ve bir geçiş dönemi olarak 80’ler bir dönemi, 90’lar ikinci dönemi ve özellikle 2000’lerle birlikte ortaya çıkan 'yeni aktivizmler' ise üçüncü dönemi temsil ediyor:

“Bence eksik bir adlandırmayla ‘78 kuşağı’ olarak anılan, darbe öncesinin yüksek sol muhalefetinin devrimcileri bir dönemi oluşturuyor. Bu kuşak son olarak, 12 Eylül’den hemen sonra, dağılmış örgütleri toplamak için sahneye çıktı ve 1989-1991 işçi eylemleriyle sona eren dönem boyunca onlar vardı. Bu bir geçiş dönemiydi de aslında sanırım. Sonra Sovyetler ve Doğu Bloku’nun çöküşü, Berlin Duvarı’nın yıkılışı, Çavuşeskuların kurşuna dizilmesi gibi olaylarla karakterize olan 90’lar geliyor. Bu dönemin genç militanları, geçiş yerine kopuş yaşamaya başladılar. Her şey hızlıca olup bittikten sonra, daha 17 yaşlarındayken ‘eski tüfek’, ‘dinozor’ diye anılan bir kültürel çerçevenin içinde bulduk kendimizi. Komünist, devrimci gençler açısından zor bir dönemdi. İdeolojik kuşatma çok sertti. Ve yaşıtlarımız bir yana, bizden daha eski kuşak olan anne babalarımız bile, köhne bir şeyi savunuyormuşuz gibi bakıyordu bize! İşte bu kuşak ikinci dönemi oluşturuyor.”

Hakkı Özdal

'SOL KÜLTÜR; BİREYİ ÖLDÜREN KOLEKTİF BİR KİMLİĞİN ARKASINDA ÖĞÜTEN BİR BİÇİMDE ANLATILDI'

Bugünkü bireysel aktivizme varan üçüncü kuşağın da aynı dönemlerde ortaya çıkmaya başladığını, bunun 80’lerden sonra bütün dünyada ve Türkiye’de neoliberalizme geçişle, Özal’ın “Benim memurum işini bilir” lafının kültürel hayata sirayet ettiği iklimle ilgili olduğunu söylüyor Özdal:

“Bu dönem bazıları solun içinden çıkmış bir takım ‘pişmanlar’, liberal edebiyatçılar vs. genel olarak sol kültürü; ‘bireyi öldüren, kolektif bir kimliğin arkasında öğüten’ bir biçim gibi anlattı. Bu kültürel saldırı sonuç verdi ve kendinden menkul bir 'birey'i öne çıkartan kültürel iklim hakim oldu. Solun önemli bir bölümüne de yansıdı bu iklim. Sosyalist mücadeleye orta sınıflardan katılan gençler, bu ‘birey’ fetişinin etkisiyle, itiraz enerjilerini bugün aktivizm adıyla anılan mecralara, politik derdini sınıflar mücadelesinin dışında kuran mecralara yöneltti.”

Özdal, bazı sorunların çözümüne katkıda bulunmuş, fayda sağlamış 'aktivist parlamalar' olduğunu söylese de çocuk hakları, çevre hakları gibi, tekil bir sorunu ötekilerden yalıtan, tek başına ele alan aktivizmin politik olmadığını düşündüğünü ifade ediyor. Fakat bir ekleme de yapıyor:

“ ‘Sosyalizm gelecek ve bütün sorunlar çözülecek’ gibi bir anlatıya bağlanalım gibi bir iddiada değilim. Günlük hayatta insanların canını sıkan şeyler var. Sokakta hayvanlara işkence yapılıyor ve hemen çözüm için hemen harekete geçiliyor. Geçilmeli de. Fakat sınıf mücadelesi yürütenlerin, sınıfın kendisinin bütün bu itirazları kuşatan, kapsayan daha güçlü bir söyleme ihtiyacı var. Türkiye’de bu aktivizmleri yeniden kolektif bir mücadele alanında birleştirecek, sorunların çözümüne dönük enerjiyi ana yatağına akıtacak bir çıkış bulunacaktır diye düşünüyorum.”

'HERKESTEN KRİMİNALİZE EDİLMİŞ BİR KAVRAMI GÖNÜLLÜ OLARAK SIRTLANMASINI BEKLEMİYORUZ'

Halkların Demokratik Partisi Onursal Başkanı Ertuğrul Kürkçü, ilk olarak lügatinde “aktivist” gibi bir terim olmadığını yani böyle bir terminolojiyle düşünüp konuşmadığını söylüyor:

“Bu adlandırmalar ‘devrimcilik’, ‘militanlık’ gibi belirli bir yöne işaret eden terminolojinin doğurması muhtemel baskılardan kurtulmak için bulunmuş gibi bir yol gibi geliyor bana.”

Örneğin militan sözcüğü tedavülden kalktı mı? “Evet” diyor Kürkçü ve şöyle açıklıyor:

“Herkesten müesses nizam tarafından kriminalize edilmiş bir kavramı gönüllü olarak sırtlanmasını beklemiyoruz. Hukuk, medya, akademi bu kelimeleri öğütüyor. Yerlerine ‘kabul edilebilir’, sınırları olan bir tanımlama koyuyor. Dolayısıyla insanlar çare bulmaya çalışıyorlar. ‘Biz militan değiliz, aktivistiz’ denildiğinde 'ha Greenpeace'ciyiz, ha HDP’ci, ha CHP’ci' demiş gibi oluyor. Aktivizm böylece bütün eylem biçimlerini değil de özgül olarak legal alanı ima eden, meşru olanı kabul eden, kabul edilebilir sınırlar içinde kalana denk düşmüş oluyor.”

Kendisini “aktivist” olarak tanımlayanlar için ise şunları söylüyor Kürkçü:

“Ben her işittiğimde bunu diyenin ne demek istediğini düşünüyorum, anlamaya çalışıyorum. Biri ‘aktivistim’ dediğinde, bugünkü koşullar altında mesajının engellenmesini engellemek için bunu bir tedbir olarak mı söyledi? Yoksa hakikaten kendi faaliyetini ve konumunu geri kalanlardan, meşru addedilmeyenlerden ayırmak için mi böyle ifade etti? Tartıp, ölçmeye çalışıyorum.”

Kürkçü bu anlamda oluşan politik dilin, siyasi topografyanın izlerini ele verdiğini söylüyor: “Türkiye’de mesela komünistlik yasakken, kamusal alanda kendinize ‘komünist’ diyemezdiniz. Kamusal iletişim mecralarında bu sıfat geçerli olmadığı için öyle denilmezdi. Meşruiyet sınırları nasılsa, legalite nerede başlayıp nerede bitiyorsa ona göre insanlar bir dil kullanmaya başlıyorlar.”

Ertuğrul Kürkçü

'GÜLE NE DERSEN DE, HEP AYNI KOKAR'

Kürkçü, hukukun bu yolda siyasetten önce bir tutum aldığına dikkat çekiyor:

“Başka bir ülkenin hukukunda böyle bir teamül var mı yok mu bilmiyorum ama yargıtayın örgütten ceza vermek için bulduğu bir şey var: ‘Örgüt üyesi olmadığı halde örgüt üyesi gibi davranmak.’ Türkiye'de insanların genel olarak siyasetle ilişkisi budur. HDP’ye üye olmadığı halde çok daha fazla yaşam pratiğini HDP’nin siyasi mücadelesi doğrultusunda geçiren insan var.”

Kürkçü, günümüzde siyasetin eskiye göre daha gevşek bağlarla, özerk alanlar içinde hareket ettiğini söylüyor ve bunun sebebini açıklıyor:

“15 milyonluk şehirlerde, merkezden hiç bir şeyin idare edilemediği, hayatın sadece siyasetten ibaret olmadığı, bir çok kimlikle hareket edildiği bir zamandayız. Örneğin öğretmensiniz, kadınsınız, Alevisiniz, Kürtsünüz, yoksulsunuz, vegansınız, geysiniz… Bu kadar çok kimlik pek çok farklı çalışma ve bağlanma biçimi ortaya çıkarıyor ve herkes kendisini genel doğrultuyla buralardan melezliyor.”

HDP içinde bu bağlanma biçimlerinin, son beş senedir çok ağır basınçlar altında test edildiğini ve bu testlerden başarıyla geçildiğini söylüyor Kürkçü ve son olarak Shakespeare’in sözüne atfen “Güle ne dersen de, hep aynı kokar” diyor: “Yani yaptığını nasıl adlandırdığın en önemli mesele değildir, önemli olan ne yaptığındır.”

'AKTİVİZMLER AKACAK YOL BULDUKLARI ZAMAN DEVRİM YARATABİLİRLER'

Kimi çevrelerce “aktivist” olarak değerlendirilen Sosyal Haklar Derneği Başkanı Melda Onur, kendisini öyle tanımlamadığını söylüyor:

“Bugüne kadar sonunda ‘ist’ olan hiçbir adla tanımlamadım kendimi. Büyük bir yük gibi geliyor. O kadar iddiam yok. Milletvekilliği yaptığım dönemde takılan bir isimdi. Bu işin sadece meclis koltuklarında oturularak yapılamayacağını anlamıştım. Gazetecilik mesleğimi de kullanarak milletvekilliğini sokaklarda yaptım. Ben kendime hiçbir zaman aktivist demedim ama şunu da söylemek isterim. Rahatsız olduğum bir tanımlama değil.”

Onur, devrim fikrinin ve dolayısıyla devrimciliğin içinde ideolojinin var olduğunu aktivizmin ise daha somut sorunlara odaklı, bağımsız hareket edebilen hareketler olduğunu söylüyor:

“Hayvan hakları üzerine bir aktivizm mesela. Devrimci, ülkenin siyasetine dönük değişimi hedefler. Aktivizmle siz siyasal sistemi, devlet yapısını değiştiremezsiniz ancak sistem çok baskılarsa, aktivizmler bir araya gelebilir. Akacak yol buldukları zaman devrim yaratabilirler. Atom parçaları gibi düşünün. Mesela Gezi bir devrim miydi? Kendi ölçüsünde bir devrimdi. Gezi, bütün aktivizmlerin bir araya gelmesiydi. Dünyada da baktığınızda böyledir. Örneğin; Arap baharı.”

Melda Onur

ESKİLERDEN BİRİ AKM'YE BAKIP SÖYLEMİŞTİ: BUNA ÇEKİDÜZEN VERMEK GEREKİR...

“90 kuşağının devrime bakışı farklı” diyor Onur ve bu kuşağın hiyerarşi içinde hareket etmeyi tercih etmediğine dikkat çekiyor:

“Gezi sürecinde, eski kuşak devrimci abilerden birinin sözünü hiç unutmam. AKM’nin üzerinde çeşit çeşit, karmakarışık pankartlar vardı. Baktı baktı, dedi ki, ‘Tabi buna çekidüzen vermek gerekir. Böyle olmaz. Devrim olsa, devrim komitesi bu kadarına müsaade etmez.’ Gezi dönemindeki en büyük sancı, ‘bu çocukları nereye yönlendirelim’ derdiydi. Bir tarafta eski sol gelenekten gelmiş, devrim hayali olan insanlar, öbür tarafta zaten sosyolojik devrimi yaşayan bir kuşak. Gezi o anlamda bir buluşmayı da sağlamıştı.”