Didem Danış: İktidar mültecilerde belirsizliğin gücünü kullanıyor
Altındağ’da mültecilerin ev ve işyerlerine yönelik saldırıları değerlendiren Göç Araştırmaları Derneği (GAR) Başkanı Doç. Dr. Didem Danış, “Ülkesine dönmeyecek kalabalık bir mülteci topluluğuyla yaşamanın yollarını düşünüp tartışıyor olmamız lazım. Altındağ’daki olaylar bir arada yaşama imkânını zedeliyor” diyor.
Hem Ortadoğu politikaları hem de AB ile girdiği mutabakat neticesinde Suriyeli mültecilere açık kapı politikası uygulayan iktidar artan mülteci-karşıtı, ırkçı dalgayı dindirmeye niyetli görünmüyor. Zira kamuoyuna ne izlenecek yol haritası sunuluyor, ne de mültecilerin “maliyetinin” aslında AB’den gelen fonlarla karşılandığı açıklanıyor.
Alt sınıflarda günden güne artan yoksulluğa, orta ve üst sınıflarda iktidarın otoriterleşen uygulamalarına karşı biriken öfke ise hedef değiştirerek ve ırkçılık zırhına bürünerek göçmenlere yöneliyor. Son dönemde Afganistan’dan gelen göçün medyada görünür hale getirilmesi, muhalefet cephesinde mülteci karşıtı ırkçı söylemlerin yüksek sesle dillendirilmeye başlamasıyla Ankara Altındağ’da ölümle sonuçlanan bir kavga sonrası Suriyelilerin yaşadığı mahallede büyük bir saldırı yaşandı. Peki bundan sonra ne olacak? Galatasaray Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi ve Göç Araştırmaları Derneği (GAR) başkanı Doç. Dr. Didem Danış’a bağlanıyoruz.
Altındağ’da Suriyelilerin yoğun olarak yaşadığı mahallede bir gencin hayatını kaybetmesiyle sonuçlanan kavgayla birlikte bir gün boyunca Suriyeliler yoğun bir saldırı altında kaldı, kolluk güçleri seyirci kaldı. Bu olay bize ne anlatıyor?
Altındağ’daki noktaya adım adım geldik. Başta ana muhalefet partisi başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun son birkaç haftadır söyledikleri, diğer muhalefet partisi siyasetçilerinin eklemeleri ile önce sosyal medyada göçmen ve mülteci karşıtı bir söylem başladı. Üstüne toplumdaki yaygın ve uzun süredir devam eden rahatsızlığa karşı, göçmenler ve mülteciler konusunda hükümet yetkililerinin tatmin edici hiçbir açıklama yapmaması da bu yaşananlara sebep oldu.
Tatmin edici açıklamadan kastınız nedir? Ne denilebilirdi?
Son günlerde daha görünür hale getirilen Afgan göçmenlere karşı AKP cephesinden iki kişi konuştu. Bunlardan biri AKP Genel Başkan Danışmanı Yasin Aktay, diğeri AKP Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Özhaseki’ydi. Her ikisi de göçmenlerin Türk ekonomisini ayakta tuttuğuna dair açıklamalarda bulundu. Ardından Cumhurbaşkanı göçmenler için “kardeşlerimizdir, misafirlerimizdir” yönünde kısa bir açıklamada bulundu. Ama bu göçün nasıl yönetildiğine, nasıl bir göçmen politikası benimsendiğine, bu sürecin nasıl devam edeceğine, toplumdaki rahatsızlığa karşı hükümetin ne tür adımlar atacağına dair hiçbir açıklama yapılmadı.
Neden bu açıklamalar yapılmıyor?
İktidar, mülteciler konusunda belirsizliğin gücünü kullanıyor. Bazı gazeteciler “Türkiye’de göç politikası yok” diyor. Aslında var, Türkiye’de göç politikası belirsizlikle yönetiliyor. Sığınmacılara kalıcı bir statü verilmiyor, örneğin Suriyeliler geçici koruma statüsüyle ne zaman ve nasıl biteceği belirsiz bir geçiciliğe hapsediliyorlar. Dolayısıyla her zaman hükümete mahkûm ediliyorlar.
'BİR ZAMANLAR GÖÇMENLER İÇİN TRANSİT ÜLKE OLAN TÜRKİYE ARTIK HEDEF ÜLKE'
Peki bu belirsizlik nedeniyle mi Altındağ’da kolluk kuvvetleri saldırıların önüne geçmedi?
Aslında bugüne kadar toplumdaki rahatsızlık çok büyük bir çatışmaya evrilmediyse, Türkiye bu kadar büyük sayıda göçmen ve mülteci nüfusu barındırıyor olmasına rağmen Avrupa’daki gibi büyük şiddet olayları yaşanmadıysa, devletin aktif müdahalesi sayesinde oldu. Ama Altındağ’da ne yaşandığını henüz tam olarak bilemiyoruz. Sosyal medyadan paylaşılan bazı videolarda polisin yaşananlara göz yumduğu görülüyor. Fakat bu kasıtlı bir göz yumma ve yönlendirme mi, yoksa durumun kontrolden çıktığını mı gösteriyor, henüz net bir şey söyleyemiyoruz.
Türkiye neden göçmenlerin, mültecilerin merkezi haline geldi?
Her şeyden önce bu, hem küresel-bölgesel değişimlerin, hem de iktidarın mülteci ve göçmenlerle ilgili politikasının bir sonucu. Türkiye her zaman doğusundan giriş yapıp batısındaki Avrupa’ya ulaşmaya çalışan göçmenler için transit bir ülkeydi. Bu alanda en kıdemli araştırmacılardan olan sosyolog Sema Erder, 1990’lardan itibaren Türkiye’nin adeta bir “bekleme odası” haline geldiğini söyler. Bugün geldiğimiz noktada ise göçmenler geçici süreyle çalışmak veya yerleşmek için doğrudan Türkiye’ye geliyor. Bu emek göçünün yanısıra, Türkiye Suriye göçüyle beraber dünyada en büyük mülteci nüfusu barındıran ülke oldu. Suriye’deki siyasi kriz ve ardından 2013-14’te hız kazanan büyük Suriye göçünde Türkiye açık kapı politikası izledi.
Neden?
Esad’ın çok hızlı bir şekilde düşeceği ve Türkiye’ye sığınan kişilerin de ülkelerine döndükten sonra Türkiye ile gönül bağını koruyarak Türkiye’nin himayesinde kalacak bir kitleye dönüşeceği hesaplanıyordu. Esad’a karşı ayaklananlar ağırlıklı olarak Müslüman Kardeşler’di ve onlar da AKP’nin Ortadoğu siyasetinin önemli bir ayağıydı. Ama AKP iktidarının bu beklentisi gerçekleşmedi, Müslüman Kardeşler kaybetti, Esad da devrilmedi. Bununla beraber Suriye’deki savaş nedeniyle Türkiye’ye gelen mülteci sayısı hızla artmaya başladı. 2015 yılında Avrupa’ya kitlesel geçişler başladı. Bodrum sahiline vuran Alan bebeği hepimiz hatırlıyoruz. O yaz 1 milyon kişi Ege denizi üzerinden Avrupa’ya geçti. Avrupa bunu durdurmak için hemen Türkiye ile bir mutabakat hazırlığına başladı. 2015-2016’dan itibaren Suriyeli mültecilerin Türkiye’de durdurulması için kendisi açısından oldukça başarılı bir pazarlığa girdi Türkiye’yle.
Ve muvaffak da oldu…
Evet, Mart 2016’da ünlü AB-Türkiye mutabakatı yapıldı. Bu mutabakata dair sayısız eleştiriler yaptık. Bunun uluslararası hukuk, etik, dış politika açısından ne kadar problemli olduğuna dair bizler de kapsamlı bir dosya hazırladık. Ama sonuç ortada.
Bu anlaşma nasıl bir bakışa dayanıyor? “Biz parasını verelim, mülteciler sizde kalsın” şeklinde özetlenebilir mi?
Sonuçta varılan yer öyle oldu. Mutabakatın temeli Avrupa’nın 1990’lardan beri yapmaya çalıştığı düzensiz göçle mücadeleye dayanıyor. Ama bununla sınırlandırılmadı. Özetle Avrupa Türkiye’ye “düzensiz göçü engelleyin, aynı zamanda mültecilerin Türkiye’de kalmasını sağlayın” dedi. Tabii hiçbir devlet bunu hemen kabul etmez. Bunun karşılığında çeşitli imkânlar vaat edildi ama bunlardan yalnızca bir tanesi hayata geçti.
Hangi vaat yerine getirildi?
Türkiye’de kalacak mültecilerin ihtiyaçlarının karşılanması için 3+3 milyar Euro’luk malî fon vaadi yerine getirildi. Fakat bu para da çok parça parça ve uluslararası kurumlar aracılığıyla verildi. Türkiye hükümeti bu paranın doğrudan kendi eline verilmesini istedi ama AB bunu yapmadı. Parayı mültecilere yönelik projeler uygulayacak kuruluşlara verdi. Bu da hükümetin hoşuna gitmedi.
Hayata geçmeyen vaatler nelerdi?
Türkiye vatandaşlarının AB’ye girişlerinde vize kolaylığı, Gümrük Birliği’nin güncellenmesi, Türkiye’nin AB sürecinin yeniden başlaması. Avrupa’ya bunların neden hayata geçmediğini sorarsanız hepsinin bir açıklaması var ama sonuçta hepsi havada kaldı. Bir de Geri Kabul Anlaşması ve 1’e 1 formülü var. Bu da AB’de yakalanan her bir düzensiz göçmenin Türkiye’ye gönderilmesi karşılığında, Türkiye’de bulunan Suriyeli mültecilerden bir tanesinin Avrupa ülkelerine yerleştirilmesi anlamına geliyor. Bu kapsamda yerleştirme yapılan Suriyeli sayısı sadece 27 bin oldu.
Orada yakalanan bir göçmeni sınır dışı edip Türkiye’den bir göçmeni resmi kanallardan almanın mantığı nedir?
Düzensiz göçü engellemek. AB son 30 yıldır düzensiz göçü dışsallaştırmaya çalışıyor. Bu göçün kontrolünü AB dışındaki ülkelerle işbirliği yaparak yürütmeye çalışıyor. Bunun en önemli ayaklarından bir tanesi de geri kabul anlaşmaları. Türkiye çok uzun süre bu anlaşmayı imzalamadı. 2013 yılında imzaladıktan hemen sonra da uygulamadı ama 2015 yazındaki kriz olunca AB yoğun çabalar sonucu anlaşmanın uygulamaya girmesini sağladı.
Düzenli göç ile düzensiz göç arasındaki fark nedir?
Düzensiz göç pasaport, vize gibi resmi kanallar olmadan bir insanın yabancı bir ülkenin sınırlarına girmesi veya yasal olarak giriş yaptığı ülkede vize süresi bitmesine rağmen ikamet izni olmadan bulunması veya çalışması demek. Düzenli göç ise kişinin gittiği yabancı bir ülkede giriş ve kalışla ilgili yasal prosedürlere uygun olarak bulunması anlamına geliyor. Hepimiz biliyoruz ki bugün AB’den vize almak Türkiye vatandaşları için bile çok zor; Suriyeli, Afgan ve Pakistanlılar içinse neredeyse imkânsız. Dolayısıyla da bu insanlar kendi ülkelerindeki kötü şartlardan veya maruz kaldıkları zulümden kaçarak, gayriresmi yollardan Avrupa’ya gitmeye çalışıyor. Bunların bir kısmı gittikten sonra uluslararası koruma, yani iltica talebinde bulunuyor.
Avrupa ülkelerine vize alamayan insanlar iltica talebinde bulunduklarında bu kabul ediliyor mu?
İltica 1951 yılında Cenevre Sözleşmesi ile kabul edilmiş uluslararası bir hak. AB de Türkiye de bu hakkı tanıyor. Ama bu hakka erişebilmek için o ülkenin sınırlarına girip başvuru yapılması gerekiyor. AB’nin engellemeye çalıştığı şey de tam olarak bu aslında. Çünkü zaten dünyada en çok mülteci üreten ülkelerin pasaportları en zayıf pasaportlar. Dolayısıyla bu insanların düzenli göç ile Avrupa’ya gidip sığınma başvurusu yapma şansları yok. Yasadışı yollar tek seçenekleri. Bu şekilde Avrupa’ya ulaşıp iltica başvurusu yaptıklarında, Cenevre Sözleşmesi gereği bu haklarının değerlendirilmesi ve koşulları sağlıyorlarsa mülteci olarak kabul edilmeleri gerekiyor. AB, bu insanların kendi topraklarına ulaşmamasını sağlamak istiyor. Burada işte, Türkiye ile yaptığı anlaşma devreye giriyor.
Bu durumda “ben göçe karşı değilim, düzensiz göçe karşıyım” söylemi boşa çıkmış olmuyor mu? Ülkesindeki savaştan kaçan bir kişinin vize başvurusu yapıp uçağa binip bir Avrupa ülkesine gitmesi söz konusu olabilir mi?
Göç konusundaki düğümlerden bir tanesi de bu. İltica göçü ile ekonomik göçü birbirinden ayırmak günümüz dünyasında çok zor.
Neden?
Ülkesinden kaçan bir Afgan ekonomik göçmen midir yoksa mülteci adayı mıdır? Bugün Afganistan’da korkunç bir çatışma ortamı, devasa bir yıkım var. Bu insanlar Türkiye’ye çalışmak ve ailelerine para göndermek için geliyor. Ama buna sadece ekonomik göç de diyemeyiz. Zira ülkesi o kadar büyük bir yıkım altındayken hayatta kalabilmek ve ailesine bakabilmek için başka bir ülkeye göç etmek zorunda. Belki şahsına yönelik siyasi bir baskı yok ama onu göçe yönelten şey siyasi yıkım ortamı. Biz mülteciliği hep siyasi anlamda kişisel baskı gören kişiler için düşünüyoruz. Ama siz Irak’ta, Suriye’de veya Afganistan’da kişisel olarak değil, toplumsal olarak belli tehditler altındasınız. Bu nedenle Türkiye Suriye’den gelenlere bireysel dosya incelemesi yapmadı zaten. Herkese açık kapı politikası uyguladı, geçici koruma statüsü verdi.
Göç ve mültecilik konusunda hâlâ İkinci Dünya Savaşı sonrası hazırlanmış olan Cenevre Sözleşmesi’ne atıf yapılıyor. Ama bu süreçte dünyada sistemler, toplumlar, yer yer sınırlar değişti. Sizce dünyanın bu konuda yeni bir uluslararası sözleşmeye ihtiyacı yok mu?
Küresel eşitsizlikler zaten derinleşiyordu, pandemi bunu hızlandırdı. Dünya ölçeğinde yoksulluk, gelir eşitsizliği artıyor. Bunlar insanlık tarihinin bir parçası olan göçün önümüzdeki dönem artarak devam edeceğini gösteriyor. Ama evet, içinde bulunduğumuz küresel dönemin ruhuna uygun bir göç politikası göremiyoruz. Cenevre Sözleşmesi, İkinci Dünya Savaşı bittikten sonra, iki kutuplu dünyada Batı’nın “komünizm tehdidinden kaçanlar” için geliştirdiği uluslararası bir sığınma mekanizmasıydı. Dediğiniz gibi, hâlâ Cenevre Sözleşmesi’nin tanımladığı uluslararası koruma üzerinden sistemi yürütmeye çalışmak çok eksik kalıyor. Genel olarak ülkesini terk etmiş kişiler için göçmen kelimesini kullanıyorum ama bu insanların önemli bir kısmı zorunlu göçmen. Artık orada yaşama imkânları olmadığı için ülkelerini terk ediyorlar.
'GÖÇMEN İSTEMEYEN AVRUPA UCUZ İŞ GÜCÜNE SONUNA KADAR AÇIK'
Ne yapılabilir peki?
Zorunlu göçmene gittiği ülkede bazı haklar tanıyacak veya en azından çok ağır şartlar altında yaşadığı ülkeden çıkabilmesi için bir tür dolaşım hakkı tanıyacak yeni bir uluslararası hukuk tanımlamak lazım. Ama bunu yapabilecek devletler zaten göçmen istemeyenler. BM öncülüğünde yeni bir küresel mutabakat metni hazırlandı ama devletler nezdinde hiçbir bağlayıcılığı yok. Vatandaşlar ile göçmenler arasındaki ilişkiler halen ulus devlet modeliyle yürütülmeye çalışılıyor. Bugün yaşadığımız dünyada sermaye ve fikirler sınırsızca dolaşıyor ama insanların dolaşımı engellenmeye çalışılıyor. Bu durum Avrupa’da aşırı sağın yükselişine yol açtı, ırkçılığa varan derin bir yabancı düşmanlığı ve İslamofobi gelişti. Bu krize elbette neo-liberalizmin de büyük katkısı var.
Nasıl bir katkı?
Avrupalı devletler bir yandan göçmen istemiyor olsa da tıpkı Türkiye gibi ucuz iş gücüne de sonuna kadar açıklar. Düzensiz göç devletlerin, sermayenin hayallerini gerçekleştirmelerini sağlıyor. En zor işleri en düşük ücrete yapmaya hazır, güvencesiz, yedek işçi ordusunu emirlerine amade hale getiriyor. Türkiye’de bu, resmi ağızlardan açıklandı zaten.
Bu durumda mülteci düşmanlığının kökeninde sınıfsal bir itişme olduğu söylenebilir mi?
Evet. Sınıf meselesi bu konunun en önemli boyutlarından biri. Türkiye’deki göçmenlerin büyük bir kısmı kent yoksullarının yaşadığı mahallelerde emek ve konut piyasasına katılıyor. Göçmenler, kendilerinden önce yine göçle gelmiş ama o ülkenin vatandaşı olan alt sınıflarla bir arada yaşıyor. Bu durum da yerli işçi sınıfının koşullarını daha da ağırlaştırıyor. Zorunlu göçle gelmiş, hiçbir şeyi olmayan ve her şeyi kabul etmeye mecbur bir topluluğu kendisine rakip ve hatta bir tehdit olarak görüyor. Hele bir de ekonomik kriz durumunda kendisi deklase olurken, yeni gelenlerin kendisiyle eşitlenmesine dair işaretler görünce, tepki daha da artıyor.
'MÜLTECİ DÜŞMANLIĞINI SOSYAL MEDYADA KÖPÜRTENLER ORTA VE ÜST SINIFLAR'
Ama sosyal medyadan gördüğümüz kadarıyla orta sınıfın seküler kesiminde de yoğun bir mülteci karşıtlığı var. Bunu nasıl izah ediyorsunuz?
Türkiye’deki mülteci düşmanlığını özellikle sosyal medyada köpürtenler kesinlikle orta ve üst sınıflar. Bunun sebebi de mültecilerin varlığı değil, Türkiye’nin aşırı otoriterleşmiş siyasi ortamı ve ağır bir şekilde baskılanan ifade özgürlüğü. Bu kesimlerde mesela son yangınlar sırasında da haklı olarak çok ciddi bir öfke ve üzüntü birikti. Bu gibi durumlarda esas muhatabına yönlendiremedikleri tepkilerini, bedel ödemeyecekleri bir yöne, mülteci düşmanlığına yöneltiyorlar. Dolayısıyla bu kesimlerin öfkesinin altında mültecilerden çok hükümete yönelik bir tepki olduğunu düşünüyorum.
İnsanlar iktidara olan öfkeyi daha zayıf halkaya yöneltiyor ama iktidar da buna seyirci kalıyor. İktidar cephesinden mülteci düşmanlığını körükleyen argümanları bertaraf edecek herhangi bir açıklama neden gelmiyor?
Açıkçası iktidar burada sıkışmış durumda. Yapılan kamuoyu araştırmalarında görüyoruz ki mültecilere olan öfke toplumu birleştiren tek konu, yeni Türkiye’nin neredeyse tek tutkalı mülteci karşıtlığı. AKP seçmeni de, diğerlerine kıyasla biraz daha az olsa da, mülteciler konusunda tepkili. Bugüne kadar Tayyip Erdoğan’ın kişisel popülaritesiyle bu konunun dillendirilmesi bir şekilde engellendi. Hükümetin izlediği politika genel olarak, meseleyi görünmez kılma, sessizleştirme yönünde. Örneğin son Afgan tartışmalarından sonra, Van’da göçmenlerin kent merkezinde görünmez olduğunu gördük. İktidar göçmenler konusunda kendi kamuoyunu, da göçmenleri de bilgilendirmiyor. AB’den ne kadar fon alındı, nerelerde kullanıldı, hangi kriterler sonucunda göçmenlere vatandaşlık hakkı tanınacak; bu ve benzeri birçok soru cevapsız. Bu muğlaklık da iktidara çok geniş bir hareket alanı tanıyor.
Daha önce AKP kısmen de olsa mültecileri sahiplenen bir pozisyondaydı. Şimdi artık ondan tamamen vazgeçtiği söylenebilir mi?
Kendi seçmen kitlesinde de çok yoğun bir tepki olduğunu bildiği için bunu bu şekilde yönetmeye çalışıyor. O yüzden de mülteciler konusunda AKP olabildiğince sessiz. Önümüzdeki dönemde Altındağ benzeri gerilimler yaşanırsa nasıl müdahale edilecek, tekrarlanmaması için ne yapılacak, mültecilerin hakları nasıl korunacak; bu konularda hiçbir açıklama yapılmıyor.
Hükümetin bir an önce açık ve net bir politika benimsemesi ve bunu da kamuoyuyla çok hızlı bir şekilde paylaşması gerekiyor. Bugünden itibaren Türkiye’deki hiçbir Suriyeli veya başka bir mülteci kendini güvende hissetmeyecek. Mülteciler her an saldırıya uğrayabileceklerini gördüğü için artık iyice görünmez olmaya çalışacak. Bu durum da onları kendi grupları içine kapanmaya ve bir tür gettolaşmaya sürükleyecek. Dolayısıyla da uyum ve entegrasyon için çok daha zorlu koşullarla karşı karşıya kalmamıza sebep olacak. Yapılacak uyum politikaları mutlaka göçmen ve mülteciler kadar yerlilerin temel hak ve özgürlüklerini de gözetmeli, ki vatandaşlar kendilerini dışlanıyor hissetmesinler.
Muhalefetin “bu insanları ülkelerine davulla zurnayla geri göndereceğiz” vaadi bir çözüm değil mi?
Hayır, kesinlikle değil. Türkiye 2014 yılında Suriyeli mültecilere geçici koruma statüsü verdi ve bu düzenlemedeki ilk maddelerden bir tanesi geri gönderilmeme hakkı. Ulusal ve uluslararası hukuk açısından Suriyelileri zorla geri gönderemezsiniz, ancak gönüllü geri gönderme yapabilirsiniz. O konuda da ilginç örnekler var. Esenyurt ve Gaziantep belediyeleri bu yönde kampanyalar yapıyor ama Suriyelilerden geri dönmek isteyenlerin sayısı çok sınırlı kalıyor. 3,6 milyon Suriyeliden ne kadarını geri gönderebilirsiniz? Ayrıca nereye göndereceksiniz? Bu kadar yıkım olan bir ülkeye gönderemezsiniz. Birkaç yüz bin Suriyeli geri gönderilecek olsa bile biz önümüzdeki dönemde milyonlarca Suriyeliyle yaşayacağız. Dolayısıyla ülkesine dönmeyecek mülteci topluluğuyla yaşamanın yollarını düşünüp tartışıyor olmamız lazım. Ama maalesef Altındağ’daki olaylar bir arada yaşama imkanını zedeliyor.
Günlük hayatta Suriyelilerle Türkiyelilerin bir arada olduğu yoksul mahallelerde neler yaşanıyor? Hep gerilim, öfke, korku, karşılıklı kaygıyla mı bir arada yaşıyorlar?
Her yerde farklı deneyimler yaşanıyor. Sınıfsal ortaklıktan gelen bir dayanışma ve birbirine yardım etme kültürünün olduğu yerler de var ama gruplar arası gerilimlerin yüksek olduğu yerler de. Türkiye vatandaşları istiyor ki, mülteciler olacaksa da gözümüze görünmesinler, kamusal alana çıkmasınlar. Parklar, okullar gibi kamusal alanlardaki karşılaşmalar oldukça sıkıntılı geçiyor. 2016 yılından bu yana Suriyeli çocuklar devlet okullarına devam ediyor. Burada hem akran zorbalığına hem velilerden gelen kötü muameleye maruz kalıyorlar. Ama tabi iyi örneklerde yok değil, bu sene Siirt’te bir Suriyeli öğrenci LGS’de tüm soruları doğru yanıtlamayı başardı. Sonuçta iyi kötü bir düzen kurmaya başlamış mülteciler için, pandemi ağır bir darbe oldu. Çocuklar eğitimden koptu, uyum konusunda kazanımların önemli bir kısmını kaybettik.
'KAYNAK SEBEPLER YOK OLMADAN 100 METRE DUVAR DA ÖRSENİZ GÖÇ GELMEYE DEVAM EDECEK'
Peki neler yapılmalı?
Öncelikle, sorun uluslararası olduğu için çözüm de uluslararası olmalı. Bu tek başına Türkiye’nin çözebileceği bir iş değil. AB’nin daha fazla sorumluluk alması sağlanmalı. AB mutabakatında yapıldığı gibi tek taraflı, AB’nin yalnızca parayı verip sorumluluğu ve yükü Türkiye’ye yüklediği bir ilişki değil, gerçek anlamda bir işbirliği olması gerekiyor. Çünkü bu göç sadece Türkiye’ye gelmiyor, Türkiye üzerinden Avrupa’ya da gidiyor. Onların da bu süreçteki sorumluluğu alması lazım. Bunu ısrarla takip edecek aktör hükümet olmalı. Hükümet kendi siyasi beklentileri uğruna AB’den mültecilerin sorumluluğunu alıp, yükü Türkiye’de toplumun, özellikle de yoksul kesimin üzerine bırakıyor. Bir diğer öneri göçe kaynaklık eden ülkelerle iletişim kurulması. Afganistan, Irak ve Suriye’deki durum iyileşmeden, kaynak sebepler yok olmadan, siz her yere duvarlar da örseniz bu göç gelmeye devam edecek. Dolayısıyla küresel eşitsizlikler, yoksulluk, çatışmalar konusunda küresel bir işbirliği yaparak bu göçe kaynaklık eden ülkelerdeki durumun iyileştirilmesi için çaba harcamak gerekiyor. Ayrıca politikaların şeffaf ve açık yürütülmesi gerekir. Bu, hem Türkiye’deki kamuoyunu bilgilendirmek hem de mültecilerin önlerindeki tabloyu açık olarak görmeleri için elzem. Eğitim, sağlık, temel haklar konusunda hangi politikaların uygulandığının, hangi hak ve ödevlerin olduğunun paylaşılması gerekiyor.
Bütün bu düşmanlıklar ve ırkçı söylemler birtakım siyasi aktörler tarafından mı provoke ediliyor yoksa toplumdaki bu ırkçı eğilim, mülteci düşmanlığı mı Türkiye’deki siyasetin yönünü belirliyor?
Bence ikisi aynı anda oluyor. Geçtiğimiz haftalarda mülteci karşıtı söylemler başlayana kadar toplumda zaten bu rahatsızlık vardı. Pandemi dönemiyle birlikte eşitsizliğin, yoksulluğun artması, Türkiye’nin içinde bulunduğu siyasi ve ekonomik kriz bu öfkeyi daha da artırmıştı. Ama siyasetçilerin bunu açık bir şekilde sosyal medyadan dile getiriyor olması toplumda var olan ama çok fazla kamusallaşmamış öfkenin serbest kalmasına sebep oldu. “Siyasetçiler konuşuyorsa biz de içimizdekini artık söyleyebiliriz” diye düşünmeye başladı insanlar.
Macaristan’da Victor Orban’ın iktidara gelmesini sağlayan en önemli söylem mülteci düşmanlığıydı. Sizce Türkiye’yi de mülteci düşmanlığı üzerinden şekillenmiş yeni bir iktidar veya mevcut iktidarın devamı mı bekliyor?
Avrupa’nın bizden çok farklı bir hikâyesi var. Avrupa, İkinci Dünya Savaşı sonrasında sosyal devletin güçlü, insanların müreffeh olduğu, hakların çok genişlediği 30 yıl yaşadı. Ardından hem neo-liberalizm hem küreselleşme hem ulus devletin zayıflamasıyla güçlü sosyal devlet dönemi 1970’lerin ortalarından itibaren sonlandı. Ama Avrupa’daki siyasetçiler bu yaşananlara sebep göstermek için en kolay lokma olarak göçmenleri seçti. Aslında neo-liberalizmle birlikte çok sistemik bir değişim yaşandı. Ken Loach’un 'İşte Özgür Dünya' filmi tam da bunu anlatır. İşçi sınıfındaki çözülme, sendikal hareketin zayıflaması, solun ve siyasi partilerin burada hiçbir söz üretememesi karşısında bu hikayenin en mağduru olan göçmenler bir anda günah keçisi oldular. Fakat Türkiye’de göçmen karşıtlığının hiçbir büyük siyasi partinin ana ekseni olacağını düşünmüyorum. Bunu yapacak partiler de çok marjinal kalacaktır. Çünkü Türkiye’de çok daha temel toplumsal ve siyasal sorunlar var. Avrupa’da Almanya hariç tüm ülkelerin iktidar partileri aynı zamanda mültecilere karşı bir söylem benimser. Türkiye’de ise hükümet mültecileri “kardeşlerimiz” diye tanımlıyor.
Çünkü mültecileri kendisi davet etti. Muhalefet, iktidarı Suriyeli göçmenler üzerinden eleştirmeye çalıştığı için iktidar doğrudan mülteci karşıtı söyleme heves edemiyor olabilir mi?
Ama aynı şekilde Afganistan’dan gelenlere karşı da hükümet ciddi bir karşı söylemde bulunmuyor. Afganların gelişi yeni bir göç dalgası değil, bunu da belirtelim. Bu dönem medyada fazla gösterildiği için insanlar yeni bir göç olduğunu düşünüyor. Ancak bu göçe uzun süredir göz yumuluyor. AKP bugün zenginin partisidir. Göçmen emeği bütün dünyada olduğu gibi aslında işverenlerin ve mülk sahiplerinin işine yarıyor. Çünkü göçmene en kötü iş daha ucuza yaptırılıyor, en kötü ev daha pahalıya veriliyor. Mehmet Özhaseki’nin açıklaması da bu yöndeydi zaten. Türkiye dünya ekonomisi içinde hâlâ fason imalatçı. Bu durumda en çok ihtiyaç duyduğunuz şey ucuz iş gücü. Ama Türkiye’de üniversite sayısının bu kadar artmış, toplumun dönüşmüş, tüketim kalıplarının değişmiş olması nedenleriyle insanlar -haklı olarak- ucuz iş gücü olmak istemiyor. Hükümet açtığı üniversitelerle bu tarz iş kollarında çalışacak iş gücünü ortadan kaldırmış oldu, bu alandaki ihtiyacı göçmenler üzerinden karşılıyor. Hem de sosyal güvencesiz, kayıtsız şekilde ballı börek olarak sermayeye takdim ediyor.