İnternet ve sosyal medya kullanımı, çağın getirisi olarak yaşamımızın bir parçası artık. Pandemi koşullarıyla birlikte sosyalleşmenin neredeyse tek vasıtası hâline gelmesi de kaçınılmaz biçimde ağları hayatın ortasına yerleştirdi. Buluşma ve karşılaşma mekânı dendiğinde aklımıza kafeler, barlar, parklar, meydanlar kadar sosyal medya mecralarının çeşitli odaları geliyor. Evlerin odalarından, dünyanın farklı yerlerinden insanları ağırlayabildiğimiz sanal odalara geçtik bile diyebiliriz. Artık geri dönülmez biçimde ağın bir parçasıyız. Teknolojik ilerlemeler cep telefonlarını elimizin bir parçası hâline getirdi, bedenimizin neredeyse bir parçası oldukları söylenebilir. Dünya değişiyor, bu gelişmelerin dışında bir yaşam düşüncesi pek çok insan için çağ dışı kalmak veya demodelik olarak değerlendirilebiliyor. Toplumsal hareketleri bile sosyal medya ile birlikte düşünüyoruz, kuşkusuz Occupy hareketlerinde, Arap Baharı’nda bunun işlevselliğini de deneyimledik. Tüm bunlar pek çok açıdan olumlu olarak değerlendirilebilir ancak kapitalist bir dünyada yaşıyoruz ve ağlarla ilişkimize eleştirel perspektiften bakınca düşünecek, sorgulayacak çok şey açığa çıkıyor.
Teknolojiye bağlı, makinenin parçası hâline gelmiş bedeni sorunsallaştıran ve epey sert eleştiren isimlerden Kevin Tucker(1), sosyal medya ve internet kullanımını insanın “evcilleştirilme” süreci olarak tanımlıyordu. “Sosyal medya” veya “sosyal ağ” dediğimiz şeyin basit bir teknoloji olmadığına, bizi boğucu bir hiçliğe hapsettiğine, devamlı hareket hâlinde olup, aslında değişime dair hiç hareket edemeyen makinelere dönüştüğümüze dikkat çekiyordu. Elbette, sosyal medyanın toplu tepkilerle bir şeyleri değiştirmeye sebep olduğunu deneyimlediğimiz zamanlar oluyor ancak bazen bizi “boğucu bir hiçliğe” hapsettiği de görmezden gelinemez. Devamlı felaket haberleriyle çevrili olduğumuz bir dünyada yaşarken, maruz kaldığımız şiddet görüntüleri, görüp geçtiğimiz, üzerine bir cümle kurarak görevimizi yerine getirdiğimiz hissine kapılmamıza neden olurken yapabilme kudretimizi aşındırabiliyor veya hiçbir şeyi değiştirmeye gücünün yetmeyeceği, dünyanın sonunun geldiği endişesiyle birlikte hiçliğin içine hapsolup kalmamızda pay sahibi olabiliyor ve yaşananların hareketini takip edip, endişeli bir hareket edememe hâline boyun eğiyoruz böylece. “Devamlı bir harekete hapsolmuşuz. Bir sele, bir dalgaya, ne sonu ne başı ne de anlamı olan bir sohbete dönüşmüşüz” diyor Tucker, devamlı hareket var ama aslında pek de hareket yok. Yaşanan ne olursa olsun, her şey bir sohbetin nesnesi olarak devam edip gidiyor demeye çalışıyor belki de.
Tucker’ın dikkat çektiği sorunlardan biri de teknolojik aletlerin üretim aşaması. Örneğin; Foxconn adlı şirket, çalışanlara intihar etmeyeceklerine dair sözleşme imzalatıyor çünkü ağır koşullar, maruz kalınan kimyasallar, endüstriyel üretimin monotonluğu ve depresyon nedeniyle onlarca işçi intihar ediyor. En sık görülen intihar yöntemi, fabrika ve lojmanların çatılarından atlamak ve şirketin bulduğu çözüm, atlayanlar ölmesin diye bu yerlerin etrafına ağlar germek. Bugün yaşadığımız ekolojik kriz de teknolojiyle ve kapitalist şirketlerin yapıp etmeleriyle yakından ilişkili, tantal adı verilen telefon pillerinin daha hafif ve uzun ömürlü olmasını sağlayan bir madde için Kongo’da askeri liderlerin emriyle ormanların tahrip edildiğinden ve yerlerine madenciler için çadırlar kurulduğundan bahsediyor Tucker, bu bir yandan militarizmin de devreye girdiği bir durumun yansıması olarak karşımıza çıkıyor. Devletler, şirketler, ordular, emek sömürüsü, çevrenin yok edilmesi yani bizim sadece katılımcı olduğumuzu sandığımız bu durum ağın bir parçası.
Sosyal medyadan bir şeylere katıldığımızı düşünüyoruz, taleplerimizi sıralıyoruz ama gerçekten katılmış oluyor muyuz? Üzerinde durmamız gereken konulardan biri bu. Çünkü katılım denince akla gelen “katılımcı demokrasi”nin bile ağların hâkim olduğu bir düzende aynı kalmayacağı öngörülüyor. Tercihlerimizin ve edimlerimizin algoritmalarla belirlenebileceği bir çağda yaşıyoruz. Berardi, geleneksel hükümetlerin enformasyon akışını kontrol edemediğinden bahsederken şuna dikkat çekiyor: “Vergiler, sağlık hizmetleri veya eğitim gibi hizmetlerin denetlenip işlenmesinde hükümetlerin yerini Silikon Vadisi şirketlerinin aldığı bir süreç içine hali hazırda çekilmişsek, aynı mantığın uzantısı olarak, niçin oy kullanmayı halledemesinler?”(2) Seçim dönemleri algoritmalarla hareket edilmediğini söyleyemeyiz, hiç ikna olmasak bile sandığa gittiğimizde, bir şekilde ehven-i şere razı olmamızda bunun hiç payı yok mu diye düşünmek gerekiyor. Ayrıca burada dikkat çekilen başka şey, hükümetlerin yerini şirketlerin aldığı tamamen kapitalist bir dünya ki bu öngörü gerçekleşirse, hükümetler işbirlikçi pozisyonda bile kalamayacaklar gibi görünüyorlar. Bu da Silikon Vadisi şirketlerinin egemenliğinde bir dünya anlamına geliyor.
Peki, internet devrimi adı verilen “gelişme”, sömürgeci tahayyülleri nasıl etkiliyor? Aslında Berardi’nin öngörüsünün, yani şirketlerin denetiminde bir dünyanın yansımasını burada da gördüğümüz söylenebilir. Michael Kwet(3) kolonyalizmin dijitalleşme ile birlikte başka bir biçim aldığına dikkat çektiği yazısında, “dijital kolonyalizm”den bahsediyor. Bunun anlamı, dijital teknolojinin bir ulus ya da ülke üzerinde siyasi, ekonomik ve toplumsal hâkimiyet kurmak amacıyla kullanılması. Klasik anlamda kolonyalizmde başka ülkelerin toprakları gasp edilip, askeri üstler kurulup, yer altı-yer üstü zenginliklerine el konulup, yerel halkın bedeninin de sömürünün parçası olduğu bir durum söz konusuydu ve devlet kontrolü daha ön plandaydı. “Dijital kolonyalizm”de ise daha çok Google, Facebook gibi, kontrolü söz konusu veriyi tek elde toplamak amacıyla başka ülkelerin topraklarını dijital ağlarla donatan bu şirketlerin aldığı konum Kwet tarafından, şöyle değerlendiriliyor: “Bugünün ağır iş makinaları; büyük verileri depolamak ve bir araya getirip işlemek üzere kullanılan, Amazon ve Microsoft’un egemenliğindeki bulut sunucu çiftlikleridir ve tıpkı Amerikan askerî üsleri gibi hızla çoğalıyorlar…”
Bu bahiste yine ezilen ve emeği sömürülen bedenlerle karşılaşıyoruz. “Emeği sömürülenlerse Kongo ve Latin Amerika’daki madenlerde çalışan siyahlar, Çin ve Afrika’da yapay zekâların veri açıklamalarını hazırlayan ucuz emek orduları ve sosyal medya platformlarını rahatsız edici içeriklerden arındırma işini yapan ve bu sebeple travma sonrası stres bozukluğu yaşayan Asyalı çalışanlardır” diyor Kwet ve Tucker’ın bahsettiği durum yine karşımıza çıkıyor. Parçası olduğumuz ağların altında dünyanın fakir bıraktığı ve varlığının değerini sadece ucuz iş gücüne indirgediği, sömürdüğü bedenler var. Elbette klasik kolonyalizmde olduğu gibi burada da mühendisler devrede, Kwet, 250 bin dolar ve üzeri dolgun maaşlarla çalıştıklarından bahsediyor.
Dijital bir çağda yaşıyoruz, ağın parçasıyız, bahsettiğimiz tüm olumsuzlukları göz ardı edemeyeceğimiz gibi ağların uzağında bir yaşamı düşünmek de zor. Sözünü ettiklerimiz kâbus hissi yaratıyor ve konu çok farklı alanlarda sorunsallaştırılıyor; “internet bağımlılığı”, “benlik yarılmaları”, “dijital panoptikon”, “şeffaflık” ama bana kalırsa işin önemli kısmını kapitalist şirketlerle olan bağlantılar oluşturuyor çünkü şirketlerin olduğu yerde hem insanın hem de doğanın sömürüldüğü bir dünya ile karşılaşıyoruz. Herkesin bu durumu olumsuz değerlendirmediğini de hatırlatalım. Mesela Negri, “imparatorluğu çökertmekte besbelli güven duyduğu, ağda buluşan bir protestocu ve devrimci kitle”(4)den bahsediyor. Böyle bir durumda yapılabilecek şey her durumda olduğu gibi bu konuda da ilişkilenme biçimlerimizi dönüştürmek. Bugün dünyada her şeyle ilişkisel bir deneyim geliştirmek önemli ama bunu yaparken onu da dönüştürmek, onunla kurduğumuz bağı başka alternatiflerle değiştirmek, belki de karşı bir ağ yaratmak gerekiyor.
- Tucker, K., (2016), “Boğucu Hiçlik, ‘Evcilleştirme, Patolojik Dikkat Dağınıklığı ve Sosyal Medya Üzerine Notlar’”, (Çev. Deniz Kurt), İstanbul: SUB Yayıncılık.
- Akt. Horvat, S., (2021), “Gelecekten Gelen Şiir ‘Küresel Özgürleşme Hareketi Neden Uygarlığımızın Son Fırsatı?”s. 69, (Çev. M. Taha Tunç), İstanbul: Kolektif Yayıncılık.
- https://www.e-skop.com/skopbulten/dijital-kolonyalizm-amerikan-emperyalizminin-evrimi/6150
- Akt. Chul Han, B., (2021), “Kapitalizm ve Ölüm Dürtüsü”, (Çev. Çağlar Tanyeri), İstanbul: İnka.