Ketche takma ismiyle tanıdığımız yönetmen Hakan Kırkavaç’ın yeni filmi "Dilberay", bize özellikle genç jenerasyondan seyircilerin pek tanımadığı, bazıları için sadece isminin aşina gelebileceği hatta belki biraz küçümsenip ihmal edilmiş ama söylediği türkülerle bir yerlerde derin izler bırakmış şarkıcı Dilberay’ı ve onun dramatik hayat hikâyesini anlatıyor.
Yönetmen Ketche’nin filmografisine baktığımızda bu filmle büyük benzerlik taşıyan yapımı, kuşkusuz yönetmenin bize beş yıl önce sunduğu "Müslüm" oluyor. Bu iki film arasındaki benzerlik sadece ikisinin de ‘biyografik’ (başka bir deyişle ‘biopic’) film türüne girmesiyle sınırlı kalmıyor çünkü iki yapımda da anlatılan hikâye bazında göze çarpan paralellikler ve bunları işleyen yönetmenlik açısından ‘yinelenen’ bazı ‘semptomlar’ mevcut….
Öncelikle iki film de çok zorlu koşullardan geçmiş, çocukluğunun birçok döneminde büyük acılar yaşamış ve bu olayların etkisinden asla tam olarak kurtulamamış iki popüler sanatçının, iki büyük şarkıcının hayatını anlatıyor. İki hikâyede de ana karaktere aile ‘dışından’ biri yardım eli uzatıyor. Başkarakterin, ‘dişiyle tırnağıyla’ kazıyarak bir yere geldikten sonra önceleri ona bir türlü arka çıkmayan, hatta önünü tıkayan yakın çevresi bir ‘para kapısı’ bulduğunu anlayarak peşini bırakmıyorlar. Son olarak hatırlanacağı üzere bu iki sanatçı hayatı boyunca aradığı huzuru ve mutluluğu geç de olsa birisinde buluyor ancak ne yazık ki ikisinin de altmışlı yaşlarda hayatlarını kaybetmesi bu dönemin çok uzun olamamasına yol açıyor.
Peki aynı yönetmenin elinden çıkmış, bu kadar benzer yollarda ilerleyen bu iki filmin arasındaki farklılıklar nerede göze çarpıyor ve nelere yol açıyor?
DİLBERAY’IN ÇIKIŞ YOLU YOK!
Öncelikle 1956 yılında doğmuş olan Dilberay, çocuk yaştayken ailesiyle Ankara’dan Düzce’ye göçüyor ve kalabalık ailesi özellikle önceleri çok kötü koşullarda, ‘derme çatma’ evlerde, daha doğrusu gecekondularda yaşamaya başlıyor. Bu filmde de, "Müslüm"de de ailenin babası taş kalpli, evde terör ve baskı estiren, ailesine karşı acımasız bir şiddet uygulayan gerçekten her açıdan ‘kötücül’ karakterler… Ama "Müslüm"de ailenin annesinin, babanın tam aksine şefkat dolu olması, bu ‘sancılı’ ortamda belli bir denge noktası oluşturuyordu ve babasının cinayetine kurban gitmeden önce hem Müslüm’e hem de kardeşine bir ‘umut ışığı’ yakıyordu.
Burada ise anne figürü hiç bu doğrultuda değil. Belki kendisi ailenin babası kadar acımasız ve kötücül değil ama onun yaptığı bütün zulümlere seyirci kalıyor, göz yumuyor ve asla müdahale etmiyor. Dilberay’ın tek tutunacağı kişi, çocuk yaştayken zorla evlendirildiği adamın sert ve soğuk görünen ama vicdan sahibi olduğunu anladığımız annesi, yani kaynanası oluyor.
Dolayısıyla "Müslüm"ün aksine yakın aile çevresinden hiçbir destek görmeyen "Dilberay"ın hikâyesi ilerlemiyor daha doğrusu çok geç ilerlemeye başlıyor. Hatta Dilberay’ın izin almadan köyde TRT’nin düzenlediği bir türkü yarışmasında kendini göstermesi, sonrasında zorla evlendirildiği zorba kocasından ve kötü ailesinden kaçarak Ankara’ya gelmesi ama reşit olmamasından dolayı TRT tarafından kabul edilmemesi hikâyede sanki bir ‘başa dönme’, ‘sıfırdan başlama’ hissiyatı yaratıyor. Dilberay’ın zaten yeterince acılı olan hayatı katlanarak kötüleşiyor, sığınmak için gittiği teyze evinde bir kez daha babası tarafından adeta ‘satılıp’ zorla bir aile yakınıyla evlendiriliyor.
KETCHE’NİN YAKLAŞIMI
Filmin yaratıcıları kuşkusuz Dilberay’ın hayat öyküsünde kurmaca değişlikler, oynamalar yapmıyorlar ve olayları aynen yaşandığı gibi, bütün çıplaklığıyla sunmaya çalışıyorlar ama film yine de bir ‘zorlama’, ‘dayatma’ hissiyatı veriyor.
Yönetmen Ketche’nin de bir kez daha yapmak istediği şey belli: Yaşamış ünlü bir karakterin acı dolu hayatını ele alıp, sırtını önemli bir oyuncuya yaslayarak akıcı bir dille vicdanımıza dokunan etkileyici bir yapım çıkarmak. Ama bir gerçek karakterin hayatı ne kadar ‘kabusvari’ geçerse geçsin, hikâyenin seyirciye asla bir ‘nefes alma’ noktası bırakmaması belki etkileyicilik açısından tercih edilebilir ama ‘yorucu’ olduğu da bir gerçek!
Ama yanlış anlamaların önüne geçmek için de belirtelim: Yönetmenin senaryosunda belli bir hakimiyet kurduğu belli ve neredeyse hiçbir zaman ‘duygu sömürüsü’ kolaycılığına kaçmıyor. Aynı şekilde Dilberay TRT’ye resmi bir şekilde kabul edilip kariyeri yükselişe geçtiğinde hikâye güzel bir tempo kazanıyor ve olay örgüsü sağlam kurulmuş gibi duruyor.
Ancak değindiğimiz gibi gerçek hayata ne kadar uyarsa uysun hikâyedeki neredeyse bütün erkek karakterlerin, göründükleri ilk andan itibaren sanki aralarında ‘söz vermiş’ gibi ‘kötülük’ saçması hem de bunu da çoğu kez cinsel saldırı ve türlü türlü işkenceler şeklinde en acımasız yollarla yapmaları bu ‘acılar kadınının’ durumuna daha da üzülmemizi sağlıyor, olaylara onun bakış açısıyla bakmamızı değil! Oysa bizce hedeflenen bu!
BÜŞRA PEKİN SEÇİMİ…
Bu tür ‘biyografik’ filmlerin başarılı olup olmamasında en büyük etkenlerden biri de tabii ki oyuncuların performansıdır. Bu filmde de yan karakterlerin her birinden (her ne kadar bazen aşırıya kaçsalar da) genelde başarılı oyunculuklar çıkıyor. Ancak bizce filmin kahramanı Dilberay için Büşra Pekin’i seçmek bir ‘casting’ hatası olmuş. Büşra Pekin kuşkusuz çok yetenekli ve özellikle komedi yapımlarında çok başarılı portreler çizmiş bir oyuncu. Bu filmde de belli ki canlandırdığı karaktere ‘girebilmek’ için ciddi bir emek sarf etmiş hatta filmdeki türkülerin bazılarını kendisi söylemiş. Ancak ne yazık ki ne fiziği ne de bu dramatik roldeki performansı yeterli oluyor. Biraz fazla ‘steril’ ve (psikolojik açıdan) ‘hasarsız’ duruyor.
Oysa jenerik akarken gerçek Dilberay’ın görüntülerini görünce anlıyoruz ki acıyla ‘yoğrulmuş’ bu kadın artık hayatta ‘dik’ dursa da yaşadığı eziyetler, travmalar ve mutsuzluklar vücudunda ve ruhunda her zaman var olacak!