Son aylarda her aynaya baktığımda yüzümdeki çizgilerin arttığını
fark ediyorum. Bakışlarıma hüzünlü bir ifade veren çizgiler bunlar.
Aylardır ev içinde geçen, mutluluk anları giderek azalan hayatımın
yüzümdeki izleri… Sadece kendi yüzümde değil, karşılaştığım hemen
herkesinkinde seçebildiğim çaresizlik, yorgunluk, umutsuzluk,
endişe, kaygı, bıkkınlık izleri… Yaşantılarımız içinde
gülümsediğimiz anların ne kadar azaldığını düşündürüyor aynadaki
yansımam. Herhalde kuşaklar sonra bugünlerde çektirdiğimiz
fotoğraflara bakanlar, yaşadığımız ıstırabın derinliğini yüz
çizgilerimizde görüp çarpılacaklar. Bunca sorunun altında çökmüş
omuzlarımıza bakıp yitikliğimize ağlayacaklar. Gözlerimizde yalnız
hüznü değil, dile gelmemiş, bastırılmış yoğun öfkeyi okuyup
ürperecekler. Belki neler yaşamış olabileceğimizi merak edip
öğrenmek için tarih kitaplarına başvuracaklar. Ama tarih kitapları,
kişisel öykülerimizden pek azını ele verebilir. Öfkenin, endişenin,
hüznün delili yaşam öykülerimizde gizlidir. İşte o yüzdendir ki
onlar da tarihin kaydı duygularımızın ne kadarını aktarabilirse o
kadarını öğrenebilecekler. Anlayabilmek için fazlasına ihtiyaç
duyacaklar.
Faşizmin içine çekiliyoruz, her gün biraz daha derine. Elimde
faşizme dair kitaplar. Faşizmi doğuran koşulları betimleyip
“neden?” sorusunun yanıtını üretim ve bölüşüm ilişkilerinin
eşitsizliğinde, kitle korkusunda, döneme hakim yargılarda, duygu
durumlarında arıyorlar. Irkçılığın geniş yığınları doğuştan
yozlukla malul saymasının, bu yozlukla kirlenmemiş saf ırk
iddiasının aklı donduran sonuçlarını anlatıyorlar. Ancak bütün bu
tarih anlatısının dokunamadığı şey, kişilerin özel, özgül
deneyimleri. Faşist baskının yüzlerinde bıraktığı iz. Hüzün, korku,
endişe, kayıtsızlık, yitmişlikle damgalanmış bakışlar, gülümsemeyi
unutmuş gözler, sımsıkı kenetlenmiş ağızlar… Açlığın, korkunun,
endişenin, geleceksizliğin kokusuna direngen gergin burun
kanatları… Aşağı doğru sarkmış ağız çizgileri, sık sık çatılan
kaşların arasında beliren yarıklar…
Kendisine “haşere” sıfatı yakıştırılmış olanı kim(ler) işitiyor?
“Ağaç kabuğu yemeye” mahkum edilmiş olanın çaresizliğini kaç kişi
paylaşıyor, anlayabiliyor? Sayılmayanların sayısı artarken gelecek
hızla bizden kaçmıyor mu? Sayılmamanın acısı kaç kişinin içini
sızlatıyor? Başkalarının acısıyla mutlu olanlar güçlenirken biz
sayılmayanlar geleceğimizden mahrum bırakılmıyor muyuz? Ana
hapsolduk sanki. Her gün aynı güne uyanan film kahramanlarından
farkımız kalmadı. Anın dehşeti...
Geleceksizlik… Yüz çizgilerimiz bizi şimdiye mıhlıyor. Gelecek
düşü kuramaz olmuş akıllarımız anın dehşetine kilitleniyor.
Televizyonlardan, sosyal medyadan akan “anı yaşa” mesajları, olsa
olsa bizimle dalga geçildiği duygusu yaratıyor. Oysa bize gereken
geleceğe sıçrayıp çakılı kaldığımız şu andan kurtulmak… Geleceği
vaat eden bir politikaya ihtiyacımız var. Bunu bulamadığımız her an
yüz çizgilerimize yenisini ekliyor. Gözlerimiz donuk artık. Can
çekildi içimizden.
Yeter demenin zamanı gelmedi mi? Silkinsek, ölü toprağını
üstümüzden atsak artık. Geleceğimizi yeniden inşa edebilsek. Her
birimiz sihirli ellerimizle bir diğerimizin yüz çizgilerini teker
teker silsek. Gülmeyi, gülümsemeyi öğretsek yeniden birbirimize.
Aşağı sarkan çizgiler, mutluluk çizgilerine dönüşse… Gözlerimizin
ışığı yerine gelse… Hepimiz ışığa kessek…
Yeter, gerçekten yeter. Gelecek elbet kazanacak. Dayanışmayla,
el ele…