Dilsizlerin anlattığı öteki öyküler

Cemalettin Efe, çocukluğundan başlayarak, büyük bir duyarlılıkla kaydetmiş olanları, hiç tahrif etmeden, yumuşatmadan, değiştirmeden anlatıyor bize. Sanki söylemesi gereken şeyler varmış ve o bize anlatmazsa, bunların eksik kalması tehlikesiyle yüz yüze kalacakmışız gibi.

Abone ol

Nuray Önoğlu

Almanya’ya, Avusturya’ya, İsviçre’ye, Fransa’ya gidip oradaki ikinci, üçüncü kuşak Türkiyelilerle karşılaştığımda pek çok şey derinden etkiledi beni, ama geriye dönüp baktığımda, en çok etkileyen şeyin göçmenlerin kimilerinde gördüğüm bir tür “dilsizlik” olduğuna bir kez daha kani oluyorum. Ne Türkçeyi ne de Almanca yahut Fransızcayı ferah feza konuşamamaktan, okuyup yazamamaktan; hiçbir dilde kendini alabildiğine ifade edememekten söz ediyorum.

Anlayabildiğim kadarıyla olay şöyle gelişiyordu: Anadili Türkçe olmadığı, Türkçeyi okulda/askerlikte vs. öğrendiği ama okul hayatı çok kısa sürdüğü ve/veya hiç olmadığı için yahut anadili Türkçe olduğu halde doğru düzgün eğitim görmediği için Türkçeyi sınırlı bir söz dağarı ile konuşan, pek okuyup yaz(a)mayan epey insan vardı. Hal böyle olunca, gittikleri ülkenin dilini de layıkıyla öğrenip konuşamıyor, o dilde de “dilsiz” kalmaya devam ediyorlardı. Bu durum sonraki kuşakların bir kısmında da devam ediyordu.

Cemalettin Efe’nin Kaset’ini okurken bütün bunları yeniden hatırladım. Nedenlerine geleceğim. Ama önce John Berger’in şu sözlerini paylaşmama izin verin: “Neydi beni yazmaya zorlayan? Sanki söylemem gereken bir şey vardı ve ben onu söylemezsem, bir şeyin eksik kalacağı tehlikesiyle karşılaşacaktık. İşte ben bu tehlikeyi önlemekle yükümlüydüm.” Kaset’i okuyup bitirdiğimde, şunları düşündüm: Cemalettin Efe’yi bu öyküleri yazmaya, anlatması gereken hikâyelerin varlığı zorlamış olmalıydı. Çünkü o yazmazsa bu öykülerin yazılmamış, bu anlatılanların anlatılmamış olması tehlikesiyle karşı karşıya kalırdık. Efe, bilinçli ya da sezgisel olarak bu tehlikeyi önlemekle yükümlü duymuş olmalıydı kendisini.

'KUSURLUYDU AMA ANADİLİ ZAZACAYDI'

Cemalettin Efe, Kaset, Pencere Yayınları

Olağan olarak bir kitabı okurken düşük bir cümle, kiplerde uyumsuzluk, imla hatası vs. görmeye tahammülüm yoktur. Bu sebeplerle epeyce kitabı okumayı yarım bıraktığım doğrudur. Efe’nin kitabını bu türden hayli kusur barındırmasına rağmen, sonuna kadar, son derece etkilenerek okudum. Çünkü bu satırları yazan adamın ana dili Zazacaydı. Türkçeyi okulda öğrenmişti ve kısa süren okul hayatının ardından 15 yaşında göçmen işçi olarak kendini Almanca konuşulan bir ülkede bulmuş, 30 yılı aşkın bir zaman Avusturya ve Almanya’da göçmen işçi olarak çalışmıştı. Bir bakıma, başta sözünü ettiğim o “dilsizlikten” mustarip insanların arasından geliyordu, bir bakıma onlardan biriydi.

Kitabın dili, dilinin yer yer tutukluğu olağandı, beklenmeliydi; çünkü yazar (arka kapak yazısında da belirtildiği üzere) yaşadığı şeyleri yazmıştı ve bu öykülerde anlatılanları yaşayan biri, başka türlü yazamazdı; kitabın dili durumla uyumluydu. Öyle ki bu öyküler mükemmel bir Türkçeyle yazılmış olsalar, bu ölçüde etkileyici ve inandırıcı olmazlardı âdeta. Dildeki kusurlar, içeriğin tamamlayıcı bir parçasıydı bir anlamda. Ama dil bunlardan ibaret değildi, kimi zaman beklenmedik pırıltılarla, ışıltılarla renkleniyor, bu öyküleri yalnızca anlattıklarının ilginç, anlatılmaya değer meseleler olması yüzünden değil; biçemi, edebi niteliğiyle de ilgiyle okunur kılıyordu.

Efe ötekilerin öykülerini anlatıyor: “Almancı” baba, çocuklarını yarı deli yaşlı bir kocakarıya güya emanet ederek bir başlarına bırakarak karısını yanına götürünce aç, sefil ve kimsesiz kalan, bitlenen, köyün “öteki”si olan çocuklar var öykülerin birinde. Çevredeki Sünni köylerin “öteki”si Alevi köyü/köylüsü var bir diğerinde. Bir başkasında gözaltına alındığı karakolda uğradığı tacizin ardından kendini asan köylü kız var. İstanbul’da inşaat işçiliği yaparken de Avrupa’ya gidip orada emeğini satarken de“öteki” olmaktan kurtulamayan insanların hikayeleri bunlar; daimi ötekilerin.

Efe’nin öykülerindeki yoksulluğu, yoksunluğu, sefaleti ve şiddeti abartılı, giderek inanılmaz bulanlar çıkacaktır. Fakat yöreye ve döneme aşina olanlar için şaşırtıcı ve abartılı bir yanı yoktur anlatılanların. Yoksul köylerde çocukların müsürlere bağlanıp acımasızca dövülmesi, kadınların kocalarından sürekli dayak yemesi, onlara zulmeden erkeklerin de başta erk sahiplerinden ve devletten zulüm görmesi, gündelik hayatın sıradan olaylarındandır. Yalnızca kırk-elli yıl önce değil, bugün de.

Kaset’i okuyun. Efe, çocukluğundan başlayarak, büyük bir duyarlılıkla kaydetmiş olanları, hiç tahrif etmeden, yumuşatmadan, değiştirmeden anlatıyor bize. Sanki söylemesi gereken şeyler varmış ve o bize anlatmazsa, bunların eksik kalması tehlikesiyle yüz yüze kalacakmışız gibi. İşte bu tehlikeyi önlemekle yükümlü saymış kendisini ve yazmaya cüret etmiş. İyi ki. Aksi halde bunları hiç kimse yazmayabilirdi ve bu çok büyük bir eksiklik olurdu.