Çağımızın iki ayırt edici niteliğinin olduğu saptamasında
bulunulabilir: İlk olarak çağımız, imajların, dünya tarihinde
görülmemiş ölçüde kurucu bir karakter edindiği bir çağken
(iletişimimiz bile bölük pörçük imgelerin egemenliği altında),
ikinci olarak da modernleşme ya da dünyanın büyüsünün bozulması
sürecinin ardından, yaklaşık son otuz yıldır, dinin siyasal geri
dönüşü olarak adlandırılan olguya tanıklık ediyoruz. İlk bakışta
biri son derece dünyevi olana, ötekiyse adından da anlaşılacağı
üzere kutsal olana gönderim yapan bu iki olgu, birbirine tamamen
ters mevkilerde konumlanmış gibi görünmektedir. Fakat gerçekten bu
kadar uzak mıdırlar birbirlerine?
Guy Debord, “modern üretim koşullarının hâkim olduğu toplumların
tüm yaşamının gösterilerin uçsuz bucaksız birikimi olarak göründüğü
ve dolaysızca yaşanmış her şeyin, yerini bir temsile bırakarak
uzaklaşmış olduğunu” söylüyordu. “Yaşamın her bir boyutundan kopmuş
olan imajlar, bu yaşamın birliğini yeniden kurmanın artık mümkün
olmadığı ortak bir akışta kaynaşır. Kısmi olarak göz önüne alınan
gerçeklik, ayrı bir sahte-dünya olarak, salt seyrin nesnesi olarak
kendi genel birliğinde sergilenir.” Bu sahte-dünya, ömürlerimizin
yaşanılacak bir yer ve zaman dilimi oluşunu iptal ederek, bizzat
ömürlerimizi seyirlik bir nesne haline de getiriyor artık,
özellikle de teknolojinin sunduğu yeni imkânlarla. Walter
Benjamin’in deneyimlerimizin elimizden alınması, hatta gasp
edilmesi olarak işaret ettiği olgu bu. Adeta öznesiz bir fetih ve
ilhak durumu…
Öyle ki Feuerbach iman sahibi bir Hıristiyan olarak bu fetih ve
ilhak’a karşı daha o zamanlarda şunları söylemişti: “Çağımızın
tasviri nesneye, kopyayı aslına, temsili gerçekliğe, dış görünüşü
öze tercih ettiğine kuşku yoktur. Çağımız için kutsal olan tek şey
yanılsama, kutsal olmayan tek şey ise hakikattir. Dahası hakikat
azaldıkça ve yanılsama çoğaldıkça, çağımızın gözünde kutsal olanın
değeri artar; öyle ki bu çağ açısından yanılsamanın had safhası,
kutsal olanın da had safhasıdır.” Yine Ali Şeriati de bu olgunun
farkına varmış ve Feuerbach’a çok benzer bir biçimde, dinsel
deneyimin bizzat kendisinin gasp edilmekte olduğunu ileri sürerek,
kendi tabiriyle zalimlerin kitleleri denetim altında tutmak
amacındaki sahte dinine karşı, mazlumların sahih dinini öne sürmüş
ve bir tür ‘dine karşı din’ fikrini geliştirmişti (bkz. Şeriati,
Dine Karşı Din).
Geri dönen şey bir yerlere gitmiş olan ‘din’ değil elbette; geri
dönen bir şey yok. Yalnızca ‘kutsal’ dönüşüyor; bir din olarak
kapitalizm diğer dinlerle eklemleniyor; onları kendine katıyor,
kendi ‘kutsallığı’ ve ‘mistisizmi’ içinde yeniden anlamlandırıyor,
yoğuruyor, yeniden biçimlendiriyor. Metanın ve paranın mantığı,
hiçbir kutsallık tanımıyor diye bir şey yok; aksine doğası gereği
ikircikli olan ‘kutsalı’ başka biçimde ve yeniden üretiyor sadece.
Samimi inananlar da buna karşı nostaljik bir tutum geliştiriyor; bu
nostaljik tutum içerisinde bir ‘asıl’ ve bir ‘suret’ ayrımına
giderek, asıl olanı kopyaya tercih etmeye yöneliyorlar. Zaten çok
güçlü bir mistisizm içeren metaların dünyasına, bir de bu türlü bir
geri çekilme mistisizmini ekleyerek, bana kalırsa
yabancılaşmalarını ikiye katlıyorlar. Yeri gelmişken, orta
yaşlarına gelmiş, kendinden mutsuz insanların çocukluklarına özlem
duymalarının ‘nostalji’ olduğu gerekçesiyle eleştirilmesi, kendi
adıma beni huzursuz ediyor. Çocukluğa dönük özlem, olsa olsa bir
insanın yeni bir başlangıç yapma arzusunu ortaya koyar. ‘Nostalji
eleştirisi’ tarihsel olmak zorunda; bu eleştiri, elimizde
başkalarının ömürlerine değer biçmemizi sağlayacak bir ölçü değil.
Bu zaten ömürler hakkında hüküm vermeye dönük ‘egemen karar’dan pay
alma arzusuna ya da payının olduğu yanılsamasına işaret ediyor. Bu,
eleştiri değil, egemen kararın başka bir düzeyde yeniden ortaya
çıkmasıdır.
Eleştiri, bir dünyayı okuma çabasıdır. Ve Rıza Tevfik’in dediği
üzere, “Okumak bilirsen Kur’an sendedir.” Okuma becerimizi
yitirdiğimiz oranda yazmaya yöneliriz. Yazmaktan kastım, dünyayı
okunacak bir kitap olarak değil de üzerine kendi yazımızı
yazacağımız bir defter, bir boş kâğıt, bir tabula rasa olarak görme
eğilimi; Marx’ın “Burjuvazi kendi suretinde bir dünya yaratıyor”
derken kast ettiği şey. Bu ifadenin elbette teolojik bir mantığı
var. Tek tanrılı inanç sistemlerinin temel kabullerinden biridir,
Tanrı’nın insanı kendi suretinde yaratmış olduğu savı. Sözde
değilse de eylemde, paranın mantığı bizzat bu yaratma edimini ele
geçiriyor; kendisine özgü bir kozmos ve bir insan dünyası
yaratıyor. Dünya sürekli yeniden yazılıyor. Herkes kendi yazısını
dünyaya nakşetmenin ve başkalarına da bunu okutmanın arayışı
içerisinde. “Oku!” diyordu ilk emir; herkes şu ya da bu düzeyde bu
emri tekrarlıyor. Kimsede emre itaat etme arayışı yok; kimse
okumuyor, herkes okumayı emrediyor. Dünyanın dört bir yanından
hepimizin üzerine boca edilen emir artık bu: “Oku!” Neyi
okuyacağımız da aşikar.
Platon daha o zamandan görmüştü bunu: “Yurttaşlara ziyafetler
veren ve onların arzularını hoşnut eden adamları övüyorsun ve halk,
devletin şişirilmiş ve ülsere dönüştürülmüş durumunun bu eski
devlet adamlarına dayandırılması gerektiğini görmeyerek, bunların,
kenti muhteşem kıldıklarını söylüyor; çünkü bu adamlar kenti
tersanelerle ve limanlarla ve duvarlarla ve zenginliklerle ve bu
gibi şeylerle doldurdular ve doğruluk ile ölçülülüğe hiç yer
bırakmadılar” (Gorgias, 518e - 519b) Doğruluğu ve ölçülülüğü değil,
tersaneleri, limanları, duvarları, otoyolları, havaalanlarını,
zenginlikleri okumamız isteniyor; çünkü paranın mantığının
yarattığı bir dünya bu, böyle ‘yazılmış’ bir dünya bu. Kendi
yazdıklarını okumamızı istiyorlar. Agamben de “Tanrı ölmedi, paraya
dönüştü” derken, tam olarak böyle bir şeyi kastediyordu.
Sıra yazıya gelince, yine Platon’a başvuracağım: “Kral cevap
verdi: Ey eli hünerli Theuth! … Harflerin babası olan sen,
kendilerine duyduğun sevgi dolayısıyla, verecekleri neticenin tam
aksi bir neticeyi onlardan bekliyorsun. Harfleri öğrenenler artık
belleklerini işletmeyecekleri için unutkan olacaklar. … Yazıya
güvendikleri için, etraflarındaki şeyleri içeriden kendi
kendilerine hatırlayacakları yerde, dışarıdan kargacık burgacık
izler sayesinde hatırlamaya çalışacaklar. O halde sen bellek için
değil, hatırlama için bir ilaç buldun. Öğrenime gelince, sen
öğrencilerine ancak gerçeğe benzer şeyleri öğretebilirsin, gerçeğin
kendisini değil. Bunlar, senin harflerin sayesinde, öğretmensiz
olarak gırtlaklarına kadar bilgiye gömüldüler mi, çoğu zaman hiçbir
şeyi doğru dürüst düşünmedikleri halde kendilerini bilgin
sanacaklardır. Sonra gerçekten bilgili adam değil de bilgili insan
bozması oldukları için çekilmez bir şey olacaklardır” (Phaidros,
274 d - 275b).
Bize dışsal şeylerin bizim yerimize hatırlamaya başlamaları,
bizi hatırlamanın öznel alanından çıkarırken, hatırlamayı da
deneyimin alanından çıkarır. Artık hatırlama işini bizim yerimize
ve nesnel bir biçimde gerçekleştiren şeyler vardır. Bu, Benjamin’in
Brecht üzerine yazdıklarında mükemmel bir biçimde yinelenir: “Bir
yerlerde her şeyin eksiksiz düşünüldüğüne ve bizim de buna bel
bağlayabileceğimize duyulan kesin inanç…”
Dinsel boyutla ilgili bu konuma, en son, İtalyan siyaset
felsefecisi Giorgio Agamben işaret etti. Agamben, finans kapitalden
yükselen “Ne pahasına olursa olsun Avro’yu kurtarın” seslenişini
ele alarak şunları söylüyordu: “Eh, kurtuluş dinsel bir kavram,
fakat ‘ne pahasına olursa olsun’ ne anlama geliyor? İnsanların
hayatlarını feda etmek pahasına bile mi? Yalnızca dinsel bir
perspektif (ya da daha doğrusu sözde-dinsel bir perspektif)
içerisinde böylesine saçma ve insanlık dışı beyanlarda
bulunulabilir.” Bu durum, dinsel tutum da dâhil olmak üzere, bütün
deneyimlerimizin bizim yerimize ve nesnel bir biçimde, bir başkası
tarafından oluşturulduğuna işaret ediyor. Öznel deneyim
alanlarımızın nesnelerin, metanın ve paranın sahte deneyimi
tarafından doldurulmasına… Debord olsa, buna, muhtemelen
“Kendimizle, hayatla ve başka insanlarla kurduğumuz her türlü
ilişkinin metanın biçimini alması” adını verirdi; dolaşımdaki
metanın seyri ve bu seyrin gerçekte son derece pornografik bir
biçim yaratması… Metaya yönelik görüşümüz, onu görme halimiz, görme
biçimimizin bu seyir tarafından yeniden inşa edilmesine neden
oluyor ve böylelikle kendimizi ve başkalarını gerçekte hiç
göremeyeceğimiz açılardan görme ayartısına kapılıyor, insanlara da
metaya baktığımız gibi bakmaya başlıyoruz. Çıplak deneyimlerimiz bu
görme halini reddettiği oranda da deneyimden kaçarak ‘görmeye’
gidiyoruz. Gittiğimiz “O yer” Ayhan Yalçınkaya’nın Siyasal ve
Bellek’teki (s. 10-11). ifadeleriyle, “yazının dünyasıdır, orada
sözcükler görülür. …kesinliklerin, mutlak hakikatlerin, putların
alanıdır yazı. Bu nedenledir ki merkez kaç eğilimi yüksek olan her
topluluk yazıyla dizginlenir. Bu yüzdendir ki tarih her zaman
egemenlerin tarihidir. Dünyayı ancak yazılı belge üzerinden
kavrayabilen her düşünce tarzı, hakikat peşinde değil, put
peşindedir.”