Bazen, sanki daha güzel bir dünyadaymışız hissi veren bir şey selamlar bizi.
Dün sosyal medyada dolaşan videoda "Yobazlık iki türlüdür" diyen şu yaşlı amca gibi, mesela...
"Kılıçdaroğlu’nu seçip tekrar demokratik sisteme geçmemiz lâzım" diyor, "yoksa ülke elde gidecek."
Dindar biri "seccadeye basmış" biri hakkında söylüyor bunu!
Amcayı dinleyince sanki ülkede epeyce bir sorunun bittiğini, uzun sürmüş bir felaketin sonuna gelmiş olduğunuzu sanıyorsunuz. “Akıl!” diyorsunuz, “...nihayet akıl!”...
Ya da “Vicdan!” da diyebilirsiniz, “...nihayet vicdan!”.
Aklı ve vicdanı o amcanın gözünde Kemal Kılıçdaroğlu temsil ediyor. Ve Kılıçdaroğlu'nun şahsında sol siyaset böylelikle uzun yıllar sonra toplumda ilk kez bu denli görünür olmayı, bu denli kabûl görmeyi başarıyor.
Hiç şüphe yok ki muhalefetin çok parçalı yapısı, çok kimlikliliği bunun en büyük sebebi. Zaten amcamız da “Sayın Kılıçdaroğlu ve Temel Karamollaoğlu...” diyor, ikisini bir anıyor. Bizim o kadim "efradını câmi ağyarını mâni”i alışkanlığımızın dışına çıkıyor yani, efradı ağyarı cem ediyor. Daha doğrusu, kimdir efrad, hangisidir ağyar, bunu o son derece basit ve yalın (ve neden hâlâ her şeyin tek ölçütü olamamış olmasına şaşırdığımız) ölçütle belirliyor: İyi insan-Kötü insan.
Bu ölçütle bakınca da, “seccadeye basan” Alevi Kılıçdaroğlu’nun ülke için faydalı işler yapacağından hiç şüphe duymuyor.
Aynı bakış açısına, uzun yıllar sonra (Kılıçdaroğlu’nun yanında TİP’in estirdiği rüzgârla da) toplumda ilk kez bu denli kabûl görmeyi başaran sol siyasetin de kusursuzca sahip olması gerekiyor. Lula’nın (son günlerin favori sözü haline gelen) deyişiyle, “cennetin kapısını açmayacak olsa da cehennemin kapısını kapatmak” için buna ihtiyacımız var. Ama bizim müzmin bir “kendine muhaliflik” halimiz var ki, hiç geçmiyor. Daha yakında Akşener’in masadan kalkışından sonra (seçim aritmetiğine bakıldığında İYİ Parti’nin "giderse gitsin" denilebilecek bir ortak olmadığı apaçık görülmekteyken, sosyal medya hesaplarından “giderse gitsin” paylaşımları yapılmasıyla, “zaten aramızda faşistlerin ne işi var” denilmesiyle) kendini bir kez daha gösteren bu tavır, en son Halûk Levent vakasıyla güncellendi.
Bildiğiniz gibi, Halûk Levent Time Dergisi ödülünü Elif Şafak’ın “takdim” yazısını gerekçe göstererek reddetti. “Referans olan kişinin sözleri beni üzdü; Türkiye Cumhuriyeti devletinin benim çalışmalarım üzerinden eleştirilmesi kabul edeceğim bir husus değil” dedi. Bunun üzerine “Halûk Levent, AHBAP’ı ve kendini devletin hesap vermesinin önünde bir sipere çevirdi” denildi; işbirlikçilikle suçlandı.
Bu ödül meselesiyle ilgili haberleri okuyunca, yıllar önce bir arkadaşımdan dinlediğim gerçek bir olay aklıma gelmişti.
Ya 1979 yılı olmalı ya da 80... Darbeden önce yani.
İstanbul Kocamustafapaşa’da bir devrimci, polis tarafından gözaltına alınır. O gece işkence altında her şeyi reddeder; ne örgüt üyesidir, ne de devrimci faaliyet içindedir, alâkası yoktur bu işlerle.
Sabah olduğunda sorgu tekrar başlar, tekrar reddeder.
Polis “Öyle mi?” der, elinde tuttuğu kâğıdı gösterir: “Lan pez... Bu ne o zaman?”
-Neymiş o?
-Kendin oku.
Okumaya başlar:
“Gün geçmiyor ki faşizmin saldırılarına bir yenisi eklenmesin, vs. vs... Dün akşam da filanca yoldaşımız polis tarafından gözaltına alınmış olup vs. vs...”
Başından aşağı kaynar sular dökülür.
-Ecdanını s.ktiklerim.
Dayanışmacı yoldaşları bildiriye adını yazmışlardır.
Dayağı biraz olsun geciktirmek için bildiriyi sonuna kadar okur.
“... Mücadelesi mücadelemizdir.”
Sonrası malûm.
Şimdi, demiştim, bizim gözaltındaki devrimci gibi Halûk Levent de ihbar edildiği duygusunu yaşamıştır! “Türkiye Cumhuriyeti devletinin benim çalışmalarım üzerinden eleştirilmesi kabul edeceğim bir husus değil” deme zorunluluğunu da bu yüzden hissetmiştir demiştim. Çünkü toplumun korkutma siyaseti altında ezildiği, insan beyninin yassılanmasında olağanüstü bir özenin gösterildiği gerilimli bir ortamda iş görmeye çalışıyor adam. Böyle bir ortamda bireyin kusurlu bir varlığa dönüşmesi neredeyse kaçınılmazdır. Halûk Levent’e de olan buydu. Üstüne gitmenin bir anlamı yoktu.
Gerçekten yok. Daha ileri gidip, “devletin hesap vermesinin önünde siper oldu, milliyetçilik yaptı” demek, ülkenin farklı ideolojik, politik, kültürel uğraklara sahip bütüncül gerçekliği içerisinden değil de o gerçekliğin kendi ideolojik uğrağının kısmi sınırları içerisinden konuşmaktır. Gerçekliğin bütününe hakim bir konumda durmak yerine bu şekilde bütünün bir uğrağında donup kalmanın, ve sonuçta o şucu, bu bucu gibi artık hiçbir şekilde politikayı belirlemeyen, yalnızca bir takım toplumsal antipatiler yaratan kolaycı kategorilerle konuşmanın, konuşana kendi muhalifliğini yaşatma hazzı dışında, maalesef hiçbir anlamı yok.
Üstelik, “rahatsız oldu” diye Halûk Levent’i eleştirdiğimiz sözlerin sahibi Elif Şafak kim? Ona da bakmak lâzım.
Elif Şafak, varoluşunu hem entelektüel olarak görünme hem de kültür endüstrisinden alınacak rantı kaçırmama arzusunun belirlediği, bu yönüyle tüm dünyada benzerleri olan türden, bir “tip”. Bu tipler, bir yandan popüler edebiyat ürünleri kaleme alır, tanıtım ve satış kampanyasına da tüm pozculuğuyla iştirak ederler, ama bir yandan da sırf bir itibar stratejisi olarak gündeme uygun politik çıkışlar yapmaktan da geri kalmazlar. Yani bir yandan medyatik performanslarıyla kültür endüstrisine uygun bir yaşam tarzını benimserken, bir yandan da -aynı şımarıklıkla- yaşadıkları çağın onurundan da isterler bir parça. (Aklınıza Türkiye’den bazı isimler geldi sanırım.) Elif Şafak da tam böyle bir tip. Bir yandan İslamcı bir partinin iktidarında muhafazakârlaşma tartışması yaşayan ve bu sebeple tüm dünya tarafından takip edilen bir ülkede dinsel göndermeler içeren Mevlânâ ve Şems’i anlatan “Aşk” gibi sansasyonel romanlar yazmak (ve sonra “erkekler pembe kapaklı kitap almıyor” diyerek aynı romanı “görünmenin önceliği”yle bir kez de de gri kapakla bastırmak), bir yandan da sırf bir itibar stratejisi olarak, o günlerde neye kızgın olduğunu bildiren şeyler söylemek, gündeme uygun politik çıkışlar yapmak tam da böyle bir şey değil midir? Aslında, aynı sebeple, benzerleri gibi Elif Şafak da bu çıkışlar sonunda “tehlikeli yazar” olarak sağda solda isminin anılmasında da sakınca görmez, aksine, itibar sezer. Bu bakımdan “yurtdışında yaşamak zorunda kalışı” da önemli bir sorun değildir, belki sorun bile değildir. (Yine aklınıza bazı tandık isimler, simalar gelmiş olmalı.) Yani aslında keyfi yerindedir; şu berbat dünyadan pek öyle uzun boylu bir şikayeti falan yoktur. Nitekim, siyasal İslamcılar ile neo-liberaller arasındaki ittifakın açtığı yeni imtiyaz fırsatlarından faydalanan da yine o (ve onun gibiler) değil miydi?
Yeryüzündeki adaletsizlikleri gidermek için, öncelikle insanın kendi ruh dünyasında daha dürüst ve adaletli bir işleyiş, bir düzen kazandırması gerekir. O yüzden, bin tane Elif Şafak muadilindense... Bir tane Halûk Levent makbûldür.
Bütün bunların dışında, bir de şu var: Medyatikleri fazla önemsiyoruz. Tek başına medyatiklerin muhalifliği hiçbir şeyi değiştirmeyeceği gibi, medyatiklerin uzlaşmacılığı da tek başına herhangi bir değişime engel olmaz. Halûk Levent, tek başına ne Türkiye’de sivil toplumun gelişmesini sağlayabilir, ne de tek başına bunun önüne geçebilir; böyle bir kudret, toplumun değişim dinamikleri dışında hiçbir kişide ya da kurumda yok.
Hepinize, iyi bayramlar...
i Kendisine ait olanları toplayıp, olmayanları dışarda bırakma.