Erdoğan ve AKP’nin iktidardan düşme ihtimalinin “muhafazakâr camia” içinde yarattığı “endişe” bir süredir çeşitli görünümler altında açığa çıkıyor ve tartışılıyor. Recep Tayyip Erdoğan için özel olarak tasarlanmış yetkilere sahip Cumhurbaşkanlığı makamına, onun aksi yönde fikirlere sahip birisinin gelmesi ihtimalinin ancak şimdi düşünülebilmiş olması, Anadolu muhafazakârlığının (vaktiyle rahmetli Sabri Ülgener tarafından altı çizilen) “mesafe şuuru”nu, “bugünden ötesini, komşusundan gayrısını düşünmeme” alışkanlığını göstermesi bakımından başlı başına çarpıcı bir olgu. “Elde edilen kazanımların kaybedilmesi” endişesini bu bakımdan tartışmak, Türkiye’nin sosyolojik ve kültürel yapısını anlamak açısından epeyce verimli olurdu.
Ama Hayrettin Karaman’ın “haksızlık, yolsuzluk ve usulsüzlüklerden şikâyet ederek doğruları söyleme”nin, iktidara zarar vereceği için “caiz” olmadığını söyleyebilmiş olması, daha çarpıcı bir biçimde, “endişeli muhafazakârların” endişesinin iman ve itikat değerlerinden verebileceği tavizin sınırlarını göstermiş oldu. Bu olgu, diğerinin akademik önemi karşısında, güncel sorunlara ilişkin daha acil ve öncelikli bir mesele olarak öne çıkıyor.
Aslında Müslümanlık -ve tabii ki tüm dinler- kendi dünyevi meşruiyetini tam da taviz verilen bu değerlere dayandırır. Çünkü dinin temel varoluşsal ilkesi, her türlü adaletsizliğe karşı durmaktır. Tanrı gibi somut ve fani dünyaya hükmeden yüce bir varlığın kabul edilmesi, en güçlü nedenini dünyadaki adaletsizlikten hoşnut olmayıştan alır: Adalet Tanrı’da ise, dünyada bulunmuyor demektir. Dünyadaki adaletsizliği tazmin ve telafi edecek olan, Tanrı’dır. Bunun doğal sonucu da dinin her türden otoriter yönetimle uzlaşmazlığıdır, yahut öyle olması beklenir, zira otoriter siyaset toplumdaki “ilahî adalet” özlemine ikame ederek onu sömürür. Otoriter siyaset, dünyevi iktidarında din ile rekabete girmiştir. Çünkü insanın toplumla ilişkisinde kendinden başka bir kutsala tahammülü yoktur onun. Dindarca söylemi buradan ileri gelir; dinin talimatlarını takip eder görünürken aslında toplumsal dünyaya yönelik kendi talimatlarını üretir. Otoriter siyaset bu nedenle gerçek anlamda dindar değildir. O sadece din ile kendini nurlandırmanın peşindedir. Ve bunu yaparken, dini (fani dünyanın çürümüş ilişkileri içine sokarak) kullanmaktadır. O nedenle, otoriter devletlerde hiçbir zaman gerçek anlamda din iktidarda olmamıştır; iktidarda olan, daima, çıkarcılık, çapsızlık ve vasatlık ile kitlelerin buradan doğan toplumsal felaketlere karşı umursamazlığı olmuştur. Hayrettin Karaman’ın şahsında temsilcisini bulan sosyal vaka budur.
Karaman’ın “fetva”sının ne ölçüde karşılık bulacağını, Türkiye muhafazakârlığının umursamazlığının hudutlarını şimdiden kesin olarak bilemeyiz; kısa, orta ve uzun vadelerde zaman gösterecek bunu. Şimdilik bildiğimiz, dindar muhafazakâr kitlenin yanlışın ve doğrunun farkında olmasına rağmen bugüne dek partilerini desteklemekten vazgeçmediğidir. Yakın geçmişin anketleri AKP'li seçmenlerin yüzde 49,7’sinin İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılmasını onaylamadığını gösteriyordu. Benzer şekilde, AKP'ye oy verenlerin yüzde 33,7'si Sağlık Bakanlığı’nın açıkladığı korona virüsü vaka verilerine güvenmiyor, hükümetin salgın konusunda şeffaf davranmadığını düşünüyordu. Bu ve bunun gibi memnun görünmedikleri diğer konulara, hayat pahalılığına, işsizliğe vs. rağmen aynı günlerde anketlere yansıyan oy oranları, tabanının Erdoğan ve AKP’ye verdiği destekten vazgeçmediğini gösteriyordu hâlâ. Şimdilerde oyların bir nebze erir gibi görünüyor olması bu gerçeği köklü biçimde değiştirmiyor.
Bu noktadan sonra taban üzerinde dindar muhafazakârlığın entelektüel alanından yükselen seslerin etkili olması muhtemeldir. Ama bu noktada bildik siyasal İslamcılığa, hele ki Erdoğan ve AKP’nin pragmatik ve şekilsiz İslamcılığına ya da Babacan’a veya Davutoğlu’na değil, dindar demokratlara güvenmek durumundayız. Ne var ki dindar demokratlığın bugüne dek işitilen ifadesi, genellikle, bir çocuğun kekelemesi gibi, kendini yaratmak isteyen fakat henüz sadece aşağı yukarı yaratabilmiş bir dil olarak açığa çıktı. Bu noktadan sonra sesinin daha net ve gür duyulabiliyor olması gerekir.
Aslında böyle bir dil çok daha erkenden yaratılabilmiş olmalıydı; dindar muhafazakâr bir siyasi oluşumun yirmi yıllık iktidarının en hayırlı sonucu belki de bu olurdu. Ama olmadı. Tıpkı vücuttan atılamamış toksik maddeler gibi, vuku bulmamış olaylar da toplumsal hayatın içerisinde kistleşir. Ve bu yığılma, yine vücutta olduğu gibi, giderek toplumu kanser eder. Bugün Türkiye’nin yaşadığı budur. Elbette çeşitli sebepleri vardır bunun. Ama gelenekten modernliğe, tarihten güncelliğe Türkiye’de muhafazakârlığın, bilhassa dindar muhafazakârlığın ülkedeki modernleşme sürecine reaksiyoner bir tavırla sadece muhalif olup demokratik bir muhalefet geliştirememiş ve sonuçta demokratik bir harekete dönüşememiş olmasının şüphesiz çok önemli bir payı vardır. Erdoğan ve AKP iktidarından beslenerek gelişmiş olan, felsefi içerikten yoksun, entelektüel derinlikten nasipsiz, güncel siyasetin cari işlemleri için benimsenmiş demagojik ve eklektik söylemden ibaret muhafazakârlık bu sorunu elbette çözemezdi.
Tabii en doğru ve kesin çözüm, meseleyi emek-sermaye ilişkisinin güncel süreçleri içerisinde görüp yorumlayan ve dindar muhafazakârlara da bu şekilde seslenen; uzunca bir dönem kendini “öz yurdunda parya” olarak hissetmiş bu kesime, o buruk hissiyata yaslanarak yükselmiş olan Erdoğan ve AKP’nin neo-liberalizmin halis savunucusu ve yürütücüsü olduğunu söyleyen bir dilden gelecek. Ama bu dili kim kullanacak, onu kim işitecek?