Genel olarak toplumda ve kendi içerisinde tıkanıklıkları aşmak için Türkiye solunun kadim paradokslarını çözmesi, bir anlamda her kesim gibi solun da kendini güncellemesi gerekiyor. Türkiye solu ise problemin farkında olsa da sorunun kaynağındaki dinamiklere bir türlü in(e)miyor ve skolastik bir zeminde kalarak teori-pratik tartışmaları içerisinde boğuluyor.
Türkiye solu ilginç bir şekilde önümüzdeki seçimleri boykot edebilmeyi tartışmaya açabiliyor.
FIRSATI BOYKOT
On beş yıldır Türkiye solunun yoğun itirazlarına hedef olan bir siyasi partinin iktidardan demokratik yollarla uzaklaştırılabilmesi için seçim yegâne fırsattır. Şaşırtıcı olan bu fırsatı değerlendirerek hedeflerini gerçekleştirebileceği bir ortamı yakalayan muhalefetin güle oynaya girmesi gereken bir seçimde boykot gibi kısır yani kendi hedefini yok edecek bir aracın seçenek olarak düşünebilmesidir. Ayrıca dünyadaki uygulamalar gösteriyor ki seçimleri boykot etmek girişimi hemen hemen hiçbir yerde etkili olamamıştır. Olumlu bir sonucu yoktur. (1) Böyle bir tartışmanın kendi içerisinde çelişki içermesi bir yana seçmen-sandık ilişkisinde de bir gevşemeye yol açması mümkündür. Muhalefetin eğer gerçekten iktidarı değiştirmek gibi bir hedefi varsa seçimde yüksek hatta rekor bir katılımın gerçekleşmesine ihtiyacı vardır. Bu yüksek katılımı sağlamaya çaba harcamalıdır.
İktidarın çıkarttığı seçim yasalarıyla kendisini avantajlı bir konuma getirme gayreti partiler arası eşitliği bozan açık bir haksızlık ve net bir zorlamadır. Yine de seçimlerin sıkı bir denetim mekanizmasıyla dürüst bir şekilde yap(tır)ılabilmesi özellikle muhalefetin ciddiyetiyle ve çabalarıyla mümkün olabilir. Demokrat Parti 1950 seçimlerinde ne yaptıysa muhalefet de bunun bir benzerini yapmalı hatta üzerine işlevsel bir şeyler de eklemelidir.
Türkiye solu kararlıysa bugünden tezi yok demokrasi nöbeti tutmalıdır.
AYDINLATMACI SOL VE ÖZGÜRLÜKÇÜ SOL
Türkiye solu kendine has özelliklere sahip. Bu durum aydınlanma düşüncesinin ve Marxist düşüncenin bu topraklara girişinin yaklaşık eşzamanlı olması ve aydınlanma düşüncesinin katı-kaba pozitivist bir perspektif üzerinden okunmasıyla ilgili olabilir. Sonuçta hepsi birer terkipten oluşan Türkiye solunun bileşenleri başlıca iki ana damardan besleniyor. Bunlardan birincisi aydınlanmacı özellikleri ağır basan, jakoben özellikler taşıyan, kendini sorgulamaktan ve sorgulatmaktan kaçınarak aydınlatmacı bir tutuma evrilmiş, buyurgan özellikleriyle temayüz etmiş mürebbi tavırda ilerici bir sol. Batılı bir hayat tarzını benimsemiş, ekonomik kaygılardan ziyade kültürel kaygılar taşıyan, belli standartların üzerinde yaşayan ve halkın sorgulamaksızın kendisine tabi olmasını talep etmek dışında öneri getirmekte zorlanan bir damar. Farklı bir bağlamda oligarşinin altına yerleştirilecek tarzda teba arayan bir tutum. Din ile, Türkiye pratiğinde İslam ile, dindar ahali ile temas edebildiği bir zemin hemen hemen yok gibi. Böyle bir arayıştan da uzak. Buna ihtiyaç duymuyor. Türkiye’de ortalama bir entelektüelin sahip olması beklenen İslam hakkında bilgiye çoğu sahip değil. Bu durumla övünenlerini de görebilirsiniz. Bir başka deyişle güncellenmesini istediği İslam’ın ne olduğundan habersiz. Dizginleri yeniden ele alsa ne yapacağını kestirmek zor. Bu yönüyle muğlak hatta ürkütücü. Adeta pozitivizmin mümini. Stalinist bir yaklaşıma sahip.
Aydınlatmacı sol otoriter Erdoğanizm ile zıtlıklar üzerinden benzer özelliklere sahip. İkisi de kendi kimliklerini kutsuyor, siyasetlerini kimlikler üzerinden şekillendiriyor, ikisi de kibirli.
İKİ KİBİR
Erdoğanizm’in kibri siyasi iktidara sahip olmaktan, muktedir hissiyatından kaynaklanan bir kibir. İslam geleneğinin ve ahlakının kibri en büyük cürüm olarak tanımlamasına rağmen bu akım bir hastalık olarak bu yasağı bünyesinde taşıyor. Kibri özgüven zannediyorlar. Kendilerini diğer insanlarla eşit görmüyorlar. Allah bütün yarattıklarını inansın-inanmasın adil bir şekilde rızıklandırırken, insanın da bu prensibi takip etmesi beklenirken iktidardakiler bu adaleti beğenmiyor, dengeyi kendi lehlerine bozuyor ve kendilerine itaat edenleri para, makam, mevki gibi maddi unsurlarla kayırırken kendilerine muhalefet edenler üzerinde maddi-manevi her türlü baskıyı kurabiliyorlar. Allah’a rağmen rezzaklığa soyunuyorlar. İktidarı kaybettiklerinde ister istemez ortadan kalkacak bir maraz.
Aydınlatmacı kibir ise söyleme içkin bir mutlaklık iddiasından kaynaklanıyor. Pozitivist damardan besleniyor. Tarihsellik içerisinde çoktan aşılmış olması gereken dinin, bizlerin tarihsel ve toplumsal gerçekliğinde İslam’ın yeniden tedavüle girişi deneyimlenince zihinsel şema ve ilerleme inancı alt üst oluyor.
Bu gibi durumlarda içimize bükülüp nerede hatalı olabileceğimizi sorgulamazsak sorunun kaynağını daima dışarıda bir yerlerde ararız. Bu sadece bir kesime değil genele, hepimize musallat olmuş bir zaaf. Hepimiz, istisnasız hepimiz zihinsel tembelliği ve kendimizle yüzleşme korkaklığını üzerimizden atmadıkça, önce kendimizi teşrih masasına yatırmadıkça, Hakikat’in izini sürmeyi ilk ve değişmez bir dert edinmedikçe, izafiyetimizi ve yanılabilirliğimizi kabullenmedikçe hem kendimiz hem de ötekilerimiz için tehdit olmaya devam edeceğiz. Hepimiz.
ADALET, EŞİTLİK, ÖZGÜRLÜK
Diğer sol ana damar ise eşitliği, özgürlüğü, emeği ve paylaşımı birer değer olarak ön planda tutan, kültürel farklılıkları ve kimlikleri sorun etmeksizin ekonomik temelde siyasi ittifaklar arayan, demokrat, daha idealist özellikler taşıyan özgürlükçü sol. Adalet, eşitlik, özgürlük kavramları özgürlükçü sol için başlıca öneme sahip kavramlar. Bu yönüyle ortalama dindar kitlelerin önemli bir bölümüyle ortak bir paydaya sahip. Benzer çerçevede aydınlatmacı sol içinse ilerleme ve çağdaşlık başlıca kavramlar olarak öne çıkıyor. Bir karşılaştırmaya girdiğimizde adalet, eşitlik ve özgürlük kavramlarının insan varoluşuna dokunan, kuşatıcı, bir anlamda ahlaken zorunlu, tersi her şeyi sorunlu hale getirecek ve bu yüzden temele alınması gereken kavramlar olduğunu anlıyoruz. İlerleme kavramı ise nihayetinde bir okumaya; çağdaşlık ise bir tercihe gönderme yapıyor. Bu sonuncuların gereksiz olduklarından, yok sayılabileceklerinden değil adalet gibi bir kavram yanında ikincil dereceden kavramlar olduklarından bahsediyoruz. İnsana, topluma ve evrene karşı adil olmayan bir ilerleme ve çağdaşlık anlayışı insanı nereye götürebilir? Tarih ise bu tip uygulamalarla doldur. Bir çoğunun acıları hâlâ silinmemiştir.
KABİL İLE KABİL
Sağda ve sağ dindarlıkta aydınlatmacı solun tam karşısına kalkınmacı-sağcı-muhafazakâr tutumu koyabiliriz. Bu iki yaklaşım benzer zihin çerçevesinin iki farklı havzadaki tezahürleri olarak okunabilir. Kendilerini mutlaklaştırma, farklı kimliklerin inkârı, gücün kutsanması ve en nihayetinde modernlik konularında benzer yaklaşımlara sahipler. Eşitsizlikler sorun, eşitlenmek de amaç olarak görülmez. Bu saydıklarımız onları hem birbirlerine karşı hem de bütün ötekilerle uzlaşmaz kılıyor.
Tarihselliğimiz içerisinde Türkiye soluna rengini önemli ölçüde aydınlatmacı sol ve onların taşıdığı özellikler verdi. Bu dikkate alındığında işin hem sol hem de Türkiye açısından zorluğu kendiliğinden ortaya çıkıyor. Türkiye’de solun kısıtlı çevreler içerisinde kabul görmesinin hatta yer yer marjinalleştirilebilmesinin ardında aydınlatmacı solun geleneksel tutumu yatıyor. Kimlikler üzerinden inşa edilen siyasetler gerici dindar kitlelerle ve Kürtlerle arasına aşılamaz duvarlar ördü. Aydınlatmacı sol ilerleme kavramını ve mahiyetini kendi içerisinde hiç tartışmaya açmadı. İlerleme kavramının gerçeklik dünyasında neye tekabül edebileceği üzerinde pek durmadı. İlerleme inancının bir dogma olmasının mı yoksa bir imtiyaz gerekçesi sayılmasının mı onu bu kadar cazip kıldığı pek sorgulanmadı. Bu sorgulamaya ait bir emare de yok.
CEHALET VE HİDAYET
Havzamızda siyasi gerilimleri oluşturan çelişkilerin ekonomik temelde olmaktan ziyade kültürel temelli oldukları söylenebilir. Ekonomik temelli çelişkiler yok sayılamasa da ikincilerin ön planda oldukları ve majör gerilim sahasının burası olduğu gerçeğimizdir. Bu durumda asgari ücretli işçi hatta taşeron işçi oyunu büyük oranda AK Parti’ye verirken imkân olsa da TUSİAD’a sandık koyabilseydik herhalde CHP birinci parti olarak çıkardı. Bu durum Türkiye’ye özgü kadim bir paradoks olmakla birlikte kültürel olanın hakim etkisini de tasdik eder vasıftadır. Bu kültürel etkinin başlıca bileşeni daha doğrusu kurucu ögesi din yani İslam’dır. Aydınlatmacı solun gerici bir tutum olarak kestirip attığı bu tablo açıklamasını toplumun cehaletinde bulur. Konu da kapanır. Aydınlatmacı sol ne dindarlarla ne de Kürtlerle ortak bir zemin yakalayamaz. Böyle bir gayret göstermesini kendi ideolojisinden damıttığı ilericilik, çağdaşlık ve Türklük gibi değerler engeller. Eşitlik ortamı ise aydınlatmacı solu tamamıyla işlevsiz kılar. Toplumun aydınlanmasını —yani toplumun kendi aydınlanma yaklaşımı çerçevesinde pozitivist bir dünya görüşünü kabullenerek hidayet bulmasını— bekler. (2)
Sonuçta aydınlatmacı sol da mesiyanik bir anlayışa ulaşmış oraya saplanmıştır.
İKİ DİL
Özgürlükçü solun yaklaşımı daha demokratik ve farklılıklara saygılı bir zeminde ilerlese de sol içerisinde belirleyici bir konumda değildir. Bu durumun birinci nedeni Türkiye solunun hakim pozitivist karakteridir. Diğer nedeni ise havzamıza özgüdür. Havzamızda iki kültür ve bu kültürlere ait iki düşünce dili mevcuttur. Birincisi yerel dildir ve altında Vahiy Geleneği yatar. Bu dilin ait olduğu gelenek ile ne kadar sahici ilişkiler içerisinde bulunduğu özellikle bugünlerde tartışmaya açık olsa da kendi kavramsal çerçevesini korur. Adalet gibi bilinen açık hedefleri vardır. Toplumumuzun hayal ettiği Türkiye’de ilk sırada olması gereken şey sorulduğunda yüzde 70 oranda “adalet” olarak ortaya çıkmaktadır.(3) İkinci dili Atina’ya uzanan bir dil olarak adlandırabilsek de fiiliyatta pozitivizmin tahakkümü altındadır. Atina Geleneği’nden gelen özgürlükçü ve eleştirel bir damarın varlığı Türkiye Solu’nun önünü açabilir. Bu havzada sesini duyurabilmek ise yerel dil üzerinden de ilişki kurabilmeyi zorunlu kılar. Türkiye solunun bu iki dile daha açık bir ifadeyle Atina dili yanında Vahiy Geleneği’nin diline hakimiyeti kendi varlığı için de toplumumuz geleceği için de gereklidir.
KRİZ VE BEKA
İslam kültür havzası içerisinde yer alan Türkiye solun zayıf olduğu ülkelerden biridir. Bu oldukça düşündürücü bir konudur. Hak, adalet, paylaşım, eşitlik, özgürlük gibi bir çok ortak değerin mevcudiyeti dindar kitleler ile solun en azından sosyal demokrasi gibi bir çizgi üzerinde buluşabilmelerini çoktan sağlamalıydı. Dindar kitlelerin özellikle Avrupa ve ABD tecrübeleri incelendiğinde sosyal demokrat partilerle ve yeşillerle daha yakın ilişkilerde olduğu gözlemlenir. Böyle bir durumun Türkiye’de neden gerçekleşmediği etraflıca sorgulamayı hak eden bir konudur. Bunu etraflıca araştırmak da öncelikle Türkiye soluna düşer.
Türkiye solunun içinde bulunduğu kriz Türkiye sağının hatta dindar kesimin de krize girmesinin nedenlerinden biridir. Sol bir toplumun analitik ve eleştirel kanadını oluşturur. Güçlü bir eleştiri yanında dindar kitlelere dokunabilmek hatta onlardan gönül rahatlığı ile oy alabilmek siyasetin çıtasını ve olumlu anlamda rekabeti de topyekûn yükseltecektir.
Türkiye solunun güncellenmesi kendi geleceğiyle birlikte hepimizin bekasını ilgilendiriyor.
***
(1) Ruşen Çakır’ın bu konu ile ilgili yaklaşık on beş dakikalık yorumunu izlemek faydalı olacaktır.
(2) Birçok solcu ile yaptığım sohbetlerde İdris Küçükömer’den bihaber çok sayıda solcunun varlığından haberdar oluyorum. Sanki İslamcı kesim Küçükömer’i daha çok okumuş gibi bir hissiyatım var. Elimde ne yazık ki rakam yok.
(3) Sayın Bekir Ağırdır kaynaklı sözel bilgi.