“Teşbihte hata olmaz” derler: Jackson Pollock’la ünlenen “action painting” tadında ekonomi ve diplomasi yönetimi. Bilemedin doğaçlama, olmadı deneme-yanılma, dilerseniz büyücü yamaklığı, yeğlerseniz kervan yolda dizilir kafası. Saldım çayıra, mevlâm kayıra. Aynı gemideyiz ya, ne bulursak onunla idare edeceğiz. En güzelini dün AB ile çakma taze başlangıç bağlamında burada Sezin Öney yazdı. Bir alıntı: “AB ile Türkiye arasında şu an yaşananlar bir yakınlaşmanın değil ‘uzaklaşmanın’; hatta uzaklaşmanın resmîleşmesi sürecinin parçaları. AB ile Türkiye birleşmek bir yana, ‘evleri ayırıyorlar’. Ortada yürütülmesi gereken bir ilişki var; ama ‘ortak çıkarlar ve sorumluluklar’ çerçevesinde bir ilişki.”
Benzer yorumu pazartesi akşamı France24’ta eski bir Rus diplomat ve yazar Vladimir Fedorovski, Navalny olayını değerlendirirken yaptı, asıl konunun Navalny değil, Rusya ile Batı’nın kesin ayrılığı olduğunun altını çizdi. Gorbaçev, Yeltsin, Putin dönemlerini izleyen temel dönüşümün artık Rus halkının da yüzde 80 oranında Batı’dan yüz çevirerek Çin’e dönüşü olduğunu ve sert bir çatışmanın kapıda olduğunu vurguladı. Programda, II. Dünya Savaşı’ndan bu yana sınırların ilk kez zor kullanılarak değişmesinin, Kırım’ın ilhakı olduğunun da altı çizildi. Batı’nın yörüngesinde kalıp, Batı’ya ait olamayan iki komşu.
Ancak Türkiye, NATO üyesi. Hangi yönetim işbaşına gelirse gelsin ABD, Türkiye’nin NATO üyeliğinin değerinin bilincinde. AB, vızıldansa da kendi NATO’sunu, hele şu küresel pandeminin ulusal ekonomilerin belini iyice büktüğü dönemde, kurabilecek değil. Hem beleş, hem şoför yanı, hem Karaköse olsun derdinde, olmaz. Tek değişebilecek olan ABD’nin, Türkiye’yi AB’ye iteklemek çabasından hepten vazgeçmesi. O da AB’nin canına minnet. Döndük Sezin Öney’in isabetli yorumuna. Hele Rusya’daki gibi Türkiye’de de iktidarı, muhalefeti, toplumuyla Batı’ya sırt dönmeye, Batı’yla ilişkilerin ticaret, gümrük birliği ve vize kolaylığıyla kısıtlı tutulmasından hoşnutluk baskınsa.
Öte yandan, hazinenin kürekle fırında yakılan döviz rezervi ortada. Pandemiyle mücadelede söylenen yalanlar ve aşı konusundaki yetersizlikler göz önünde. Eğitimin perişanlığı, yargının durumu meydanda. Medyaya yapılan baskılar biliniyor. Duymayan kaldıysa son kurban değerli Melis Alphan. Demirtaş ve Kavala başta siyasi rehinelerin ceremesini çektikleri hukuk kepazeliği aklımızda. Oysa dış politika ve “terörle mücadele” başta ulusal güvenlik konuları gündeme gelince, nedense bir monşer edasıdır benimseniyor.
Gayet ciddi, tumturaklı yorumlar, öngörüler, “devlet ciddiyeti” pozları. Hangi devletin ciddiyeti? Tüm bu saydıklarımın ve daha fazlasının her gün yüzümüze tükürülürcesine yaşandığı ülkedeki devletin ciddiyeti mi? Hani anlarım içişleri bakanı, iletişim müdürü, saray sözcüsü olursunuz da o zaman anlaşılır. Kimi dış politika yorumcularındaki bu afra-tafra, ayak ayak üstüne atmalar, yakın gözlükleri üzerinden anlamlı bakışlar, dolmakalemi dişlerin arasına alıp enginlere dalmalar filan nasıl açıklanır, onu anlamam.
“Sular çekilince kimin mayosuz yüzdüğü anlaşılır” dermiş Warren Buffett. Aşağıda yazısından daha geniş alıntı yapacağım Uğur Gürses anımsatıyor. Dış politikada da böyledir herhalde. Buna karşılık belki ıslıklarla, kahkahalarla değil de alkışlarla, kucaklamalarla karşılanır anadan üryan vaziyette sudan çıkan. İşte bakınız Heiko’yla Mevlüt’ün candan kucaklaşması. Akar’ın Bağdat ve Erbil temasları. Macron’la hem de Türkçe sözcük serpmeli mektup teatisi. Mısır ve BAE cenahından mevsimsiz esen ılık meltem. Yine Akar’ın “yaw F-35 de iyiydi amma olanlar oldu, netçen?” yollu zemin yoklamaları.
Değindik madem, atlayıp geçmeden az duralım. MSB Akar Bağdat’ı ziyaretinin ardından Irak Kürdistan Bölgesi’nin federe başkenti Erbil’e geçti. Bağdat temaslarında bakana eşlik eden büyükelçi ziyaretin Erbil ayağında yoktu, herhalde lojistik gerekçeler nedeniyle. Akar’ın ağzından ne Kürdistan ne muhataplarının “Sayın Başkan” vb. resmi ünvanlarının haşa çıkmamış olacağını varsayabiliriz. Hem zaten muhatapları umursamıyorsa bize neden dert olsun ki? Daha ziyade garnizon teftişi ve “terörle mücadele” konularında işbirliği odaklıdır herhalde temaslar. Sri Lanka modelinin bihakkın uygulanabilmesini teminen daha fazla ne yapılabilir, o araştırılmıştır muhtemelen. Yakında anlaşılır.
Uğur Gürses’den bir alıntı: “Birçok veride olduğu gibi, gelir dağılımındaki seviye de mevcut iktidarın ilk yılındaki (2003) seviyeye geri dönmüş. Tüm kazanımların kaybedildiği ortada. Şirketler kesiminde tahribat büyürken, istihdam kayıpları ve işsizlik büyüyor. Gelir dağılımı bozuluyor. Toplum giderek hızla yoksullaşıyor. Türkiye ekonomide de siyasette de bir eşiğe gelmiş durumda. Tüm ‘cephaneyi’ harcayan, enkazı büyüten iktidar, ‘aynı şeyleri yaparak farklı bir sonuç alacak’ oyun alanında da sahip değil. Uluslararası alanda ticari ve finansal paydaşlarıyla da kavgalı iken dış destek sağlaması çok zor görünüyor.”
Ümit Akçay’dan bir alıntı: “AKP’nin iktidar blokundaki konumu ve üzerinde yükseldiği farklı sınıfsal çıkarların bir sonucu olarak ortaya çıkan ‘iki arada bir derede’ kalmışlık durumu, iktidarı bazen ‘utangaç kalkınmacı’ girişimlere sapmaya, bazen ana akım uygulamalara dönmeye zorluyor. Sonuç olarak karşımıza sürekli zikzaklar çizen bir iktidar çıkıyor. Dolayısıyla Türkiye bağlamında politika alanının genişlemesinden söz etmek mümkün değil. Ancak iktidarın küresel finansal çevrimleri kendi lehine sonuçlar yaratacak şekilde kullanmayı öğrendiğini söyleyebiliriz.”
Öyleyse, iktidar ekonomide olduğu gibi küresel dış politikadaki dalgalanmaları da kendi bekasına yontuyor diyebiliriz. Bunun pazarlamasını da içe Akar’da cisimleşen “devlet” figürüyle yapıyor. CHP-İYİP de zaten hazırlar öyküyü satın almaya. Erdoğan il kongrelerinde AKP üyelerine ekrandan rabia selâmını ihmal etmemeyi anımsatırken, Kılıçdaroğlu Necip Fazıl’ın Halk Partisi üyeliğini hayırla yâd ediyor. Aciz amadeniz ise sözün özü babında sizleri merhum Öztürk Serengil’in “Abidik Gubidik Twist” parçasıyla baş başa bırakıyor ve kendimi ciddiye almaya “devam edememe” kararımı tensiplerine sunuyorum.