Hani hepimiz Klopp olsun, Pep olsun karşımıza oturtup futbol dersi verecek kadar oyundan iyi anlıyoruz ya, bu da onun gibi. Bu sistemde şu oynar, bu oynamaz, ona yer yok meselesi. Yahut öndeki ikilinin arkasına falancayı sür, çakılı santrfor dönemi kapandı, artık stoperlerden de ayakla topu oyuna sokmaları bekleniyor filan. Bizim yerli ve milli tek adam diplomasisinde hangi tipte büyükelçi top yapar, burada ondan söz etmek istiyorum.
Geçtiğimiz günlerde Londra’da yapılan NATO zirvesinden dönüş yolunda Cumhurbaşkanı Erdoğan samimi muhabbet beslediği bilinen hariciyemizden “Hakkımız hukukumuz nedir, bunu bilmezler. Bunu da öğrenecekler. Yani o gelip geçen -kusura bakmasınlar- monşerler var ya onlardan bu ülke çok çekti. Ama biz o monşerlere bu işi bırakmayacağız. Kusura bakmasınlar. Adam gibi adam olup bu ülkenin hukukunu savunanlar, başımız gözümüz üstüne. Ama savunmayanlar kusura bakmasınlar. Onlar da yerini bulmuşlar zaten.” sözleriyle bahsetti.
Erdoğan’ın sözkonusu ifadeleri esasen CHP adına Genel Başkan Yardımcısı (e.) Büyükelçi Çeviköz’ün basın açıklamasına yanıt niteliğindeydi. Açıklamada “Doğu Akdeniz’e kıyısı olan Mısır, Suriye ve İsrail’de büyükelçisi olmayan ve bu ülkelerle gergin ilişkilere sahip Türkiye’nin Libya'daki UMH’yle imzaladığı anlaşmalar ülkemizin yeni sorunlarla karşılaşmasını da beraberinde getirebilir” uyarısında bulunuluyordu. Burada bir yanlış var mı?
Ünal Çeviköz Bağdat’a 2004 yılı sonbaharında büyükelçi atanınca, ben de iki yıl maiyetinde çalışma ayrıcalığına eriştim. “Gözden Irakta” kitabımda naklettiğim üzere, kurşunlarla delik deşik olmuş zırhlı aracıyla sefarete döndüğünde yanındaydım. Dolayısıyla hukukumuz vardır. Buna karşılık “monşerlik” gereği hiçbir zaman ona “Ünal Ağabey sen” diye hitap etmedim. Daha tuhafı o da bana halen dahi “Aydın Bey” der. Ünal Çeviköz’ün Bakü, Bağdat, Londra büyükelçilikleri ve Müsteşar Yardımcılığı bilinir de, NATO’da dokuz yıl uluslararası memurluk yaptığı pek anımsanmaz. Anlayacağınız diplomasinin acemisidir işte.
Bizde hariciye efsanesinin doğuşu sanıyorum ecdad devrinde imparatorluğun çöküşünü belki yüzyıl geciktirmelerine dayanıyor. Futbol analojisinin suyunu süzersek buna da “şerefli beraberlik” diyebiliriz. Dur durak bilmeyen savaş dönemi ve retorik değil gerçek beka mücadelesi, izleyen dönemde de hariciyeciyi cumhuriyetin güvencesi kılmış. “İhtiyat” ve “teenni”, yani sakınma, sağduyu, uzgörü, soğukkanlılık ön planda olmuş. Üslupta da kuşkusuz, operasyonel açıdan “pozitiften anlatmak” deyişinde ifadesini bulan ve gerilimleri emmeye yönelen, vazgeçilmez bir nezaket.
O arada, dışişleri bürokrasisini savunmanın pek kimse istifa etmezken altı yıl önce kapıyı çekip çıkmış aciz amadenize düşmesi de trajikomik. Nedense, görevdekileri geçtim haliyle ama, emekli olan büyükelçiler, müsteşarlık, müsteşar yardımcılığı gibi üst düzey yöneticilik mevkilerinde bulunmuş olanlar dahil, bu konuda olduğu gibi hiçbir konuda seslerini çıkarmamayı, hariciye ağzıyla, “usül ittihaz etmişler” yani yöntem benimsemişler. Bu neden böyledir o da ayrı ve uzun bir tartışma konusu.
Asıl tartışma konusu ise “yeni” dünyada diplomasinin daralan alanı. “Eski Türkiye” deyişindekine benzer biçimde sanki son dönemde diplomasi son iki yüzyılda yeşerip, ardından altın çağını geride bırakmış hatta tükenmeye yüz tutmuş bir zanaati andırıyor. Kendi açımdan elli yaş hezeyanlarım kapsamında geriye dönüp yirmi yıllık kısa süren diplomasi kariyerime baktığımda bana hariciyede kendime yapacak iş aramışım gibi (de) geliyor. Dünyada ise genel olarak diplomatlar kendilerini gerekli kılacak iş arıyorlar gibi.
Günümüz dünyasında diplomasi bir yandan “bir numaralar” yani devlet başkanları arasında doğrudan yürütülürken, diğer yandan eskiden “arka kanal” olarak adlandırılan yöntemler resmi mecranın önüne geçiyor. Durum böyle olunca bizde “kalemcilik” denilen siyasi yöneticilerin yakın çevresine sokulmak yolu dışında pek kariyer olanağı kalmıyor diplomata. Muhasebecilik gibi zabıt kâtipliği de nankör meslek.
Buna karşılık modern devletin belkemiği olarak bürokrasi Napolyon Bonapart’ın buluşu. Bizde de Tanzimat’tan bu yana iyi, kötü oturtulmaya çalışılmış olmazsa olmaz düzen bu. Bir türlü oturtulamayan “Türk tipi” (!) başkanlık sisteminin de tarumar ettiği aynı. Öyleyse başa dönelim: Bu sistemin diplomasisinde hangi tip diplomat, büyükelçi top yapar? Öncelik koltuğu korumaksa, en çok bağıran, en saldırgan olan. Bu da görevi, güzellik yarışmasına dönüştürüyor. Ayrıca bu sistem renkli, çarpıcı olanı, çıkıntılık yapanı, “icat çıkaranı” değil en grileri ödüllendiriyor. Tüm otoriter rejimlerde olduğu gibi.
Bugün konumuz bu değildi ama eklemek isterim: Londra’dan dönüş yolunda Erdoğan’ın bana hayli enigmatik görünen “Çünkü bizim Fransa ile çok farklı bir anlaşmamız var. Fransa-İtalya-Türkiye olarak bu adımı atacağız. Ama bu hâlâ savsaklanıyor. Bunun yanında ikinci bir anlaşmamız daha olacak.” ifadelerini ise beraberindeki berceste medya heyeti sorgulama gereksinimi duymamış anlaşılan. İlerleyen günlerde öğreniriz herhalde Fransa ve İtalya’yla ne iş tuttuğumuzu. Sayın Cumhurbaşkanı’nın tanımlamasıyla “adam gibi adam” olup araştırmalı mı acaba?