Direnen parçalarla nasıl uzlaşacağız?

Zeynep Köylü’nün yeni şiir kitabı Yırtılış Edebi Şeyler etiketiyle yayımlandı. Şiirler, imgenin varoluşsal koşullarını incelerken arzu ve yabancılaşma arasındaki ilişkiyi irdeliyor.

Abone ol

DUVAR -Piyanonun tuşlarına olağan gücüyle yüklenen bir piyanist düşünün. Birtakım duyguları kovalarken aniden aradığını bulduğunu hisseden ve bütün vücuduyla piyanonun tuşlarına yüklenen bir piyanist. Ansızın bir çığlık. Da-dam. Devasa bir gerilim ve ardından yapayalnız yoluna devam eden dalgacıklar. Kocaman bir duygu ve sonrasında etrafa dağılan inciler. Kim onları yerde bırakabilir ki? Bir daha aynı kolyeyi yapamamak üzere toplamak gerekecektir her birini.

Zeynep Köylü

Öyle bir kaybediş ki, tane tane hissedilir ellerde. İncileri bir avuca sığdırayım derken kayıp düşerler, sanki bir araya gelmek istemiyorlar da biz zorluyormuşuz gibi onları. İsyan ederler. Nankördürler, bir türlü ipten geçmeyi bilmezler. Geri dönmek istemezler. Ter içinde, inci kolyeyi yeniden bir araya getireyim derken bu sefer dağılan biz oluruz. Pes edince ufak bir başucu sandığına dökülen inciler müzede sergilenen objeler gibi kanıt olurlar geçmişe.

PARÇALARIN DİRENCİYLE UZLAŞMA UĞRAŞI

Zeynep Köylü’nün Yırtılış kitabında parçaları bir araya getirmeye çalışan bir şairin, parçaların direnciyle uzlaşma uğraşına tanık oluyoruz. Kaybettiklerimize yeniden kavuşmanın tek yolu kimi zaman onları bize anımsatan ve esrarengiz çağrışımlar ile yaşatan nesneleri tanımaktan geçiyor. Asıl sorun da burada ortaya çıkıyor: Tanımak ne demek? Uzaktan tanıdığımız, yani ılımlı bir tanışıklık ilişkisi içerisinde olduğumuz şeylere bir kaçınılmazlık ya da hayatiyet atfetmek çok zor. Buna mukabil bir şeyi çok iyi ve yakından tanıdığımızı düşündüğümüz zamanlarda tanıdığımız şeyin aslında yine kendimiz olmaya başlaması sorun var. Ne çok yakında durmalı ne de çok uzakta.

Çeviri sanatını düşünelim, örneğin. Özünde bir kaybetme sanatı. Yeni bir dile geçerken havaya karışan anlamı, parça parça yeniden bir araya getirmek için verilen nihayetsiz çabalar. Orijinal metinden çok uzak dursanız olmaz, anlam parmaklarınızın arasından süzülüp kaçıverir. Çok yakın durmak hiç olmaz, bu sefer çeviri okuyucuda bir boğulma hissi yaratır. Her şeyi yapayım derken, elde kalan hiçbir şey olur. Kelimelere anlam veren sanat duygusu kayıplara karışır.

Kaybolan hayatların henüz sönmemiş ışıltısını taşıyan nesneleri edebiyata işlerken bu mesafeyi korumak belki de sanatçı için en zorlu uğraşlardan biridir. Köylü’nün kitabında, adından da anlaşılacağı gibi, özünde ayrılık yatan süreçler inceleniyor: Yırtılış. Bu kelime her ne kadar zihinde bir kesinlik ve katiyet algısı yaratsa da, aslında bir ayrılamayış ve sona eremeyişi de anlatıyor. Makas sesi gibi bir çok keskin imge kitap boyunca tekrarlanarak okuyucunun dikkatini kesilen şeyden çok kesme eyleminin kendisine odaklıyor.

Bu sebeple yırtılış imgesi şairin nesnelerle olan ilişkisini nasıl kurguladığını başarıyla anlatıyor. İlkin insanın aklında vahşi bir süreç canlanıyor. Kulağı tırmalayan bir cırt sesi. Fakat yırtılma eylemi değil yırtılış anlatılıyor: yani isimleşmiş olmasına rağmen bir süreç olma özelliğini hala koruyan bir eylem. Henüz tamamlanamamış bir ayrım söz konusu: bir şeyin yavaş yavaş yırtılması ve ikiye, üçe, dörde ayrılması. Ayrılma sürecinde olması. Başarılı imgeler bütün bu süreçleri bir arada sürdürebilmeli. İmgeler de temelde bir fikrin veya duygunun yırtılış sürecini yaşarlar. İmge ne fikrin kendisine çok yaklaşabilir (o zaman didaktik bir sembol oluverir) ne de tam anlamıyla bağımsız olabilir (o zaman da sıradanlaşır, banal hale gelir).

VAR OLMAYANIN YOKLUĞUNU VAHŞİ VE VAZGEÇİLMEZ BİR VARLIĞA DÖNÜŞTÜREBİLMEK 

Köylü’nün şiirlerinde yırtılış sürecinde yakalanan imgeler, hem kendilerini ortaya koymaya çalışıyor hem de büyük bir koreografinin parçası olmayı arzuluyorlar. İmgelerin birbirlerine karıştığı ve aralarındaki ayrımların belirsizleştiği noktaları kullanarak bir mizansen yaratmak şairin nesneler ile kendisi arasındaki en uygun mesafeyi bulmasına yardımcı oluyor. Köylü’nün imgeleri hiçbir zaman yormuyor, tam tersine çoğu zaman nesnelere bir hareketlilik katıyorlar. Örneğin, kitabın ilk şiiri “bakış kes”de şöyle diyor:

unuttuğum masalları

ışığa yaklaştır

Unutulmuş masallar şairin aklında sadece bir fikir ya da dürtü olarak yaşıyor. Masalların dokunuşu hissediliyor. Hayatın çıkmaza sürüklendiği bir anda insan ruhunu okşayacak bir masal dinlemek için beliren arzu anlatılıyor. Yine de şairin istediği bu masalları tekrar dinlemek veya kelimesi kelimesine hatırlamak değil. Şairin istediği, bu masalların “ışığa yaklaştırılması” ve bu sayede hatlarının daha seçilir bir hal alması. Şair ne tam aydınlık istiyor ne de tam karanlık.

Yırtılış, Zeynep Köylü, Edebi Şeyler, 80 syf, 2017.

Kaybettiğimiz şeyleri geçmişte sahip oldukları kudrete yeniden kavuşturmak haliyle mümkün değil. Fakat sahip oldukları hayatları onlara geri kazandırmayı arzulamak ve bunun mümkün olabileceği yepyeni bir yer kurgulamak, bu yer üzerinde ısrar etmek. Bu yeri hayatta tutabilmek için yepyeni olasılıklar keşfetmek gerekiyor; artık var olmayanın yokluğunu vahşi ve vazgeçilmez bir varlığa dönüştürebilmek için. “sabah sessizliğinde makasların sesini / ellerini arıyor boşluk.”

Şair, önce kitap boyunca kulaklarımızı terk etmeyecek makas sesini anlatıyor. Şiirlerdeki sesler öylesine karşı konulmaz bir titizlikle kurgulanmış ki dizeleri tekrar tekrar okuyasım geliyor. “sabah sessizliğinde makasların sesini.” Bu dizedeki “s” harflerinin şiddetini duyuyor musunuz? Bu yoğunluğun ardından şiir aradığı şeyin yokluğuna dönünce, bir dize önceki makas sesleri arayışa bir ses katıyor ve arayışın ne denli ısrarcı bir gürültüye sahip olduğunu duyuruyorlar.

kimse fısıltısını dinlemiyor ah!

elbise dolabından fışkırıyor canlı koku

Köylü’nün kaleminde tezatlar birbirinin parçası haline gelerek yeniden anlam kazanıyorlar. Dinlenmeyen, duyulmayı beceremeyen bir fısıltı aniden kuvvetli bir iç çekişe dönüşüveriyor. Duyulmayan seslerin yokluğunu insanın en kederli ve tasalı seslerinden biri olan “ah” şiddetlendiriyor. Askıda duran elbiselerden yayılan kokular ise kaybedilenin şimdiki zamandaki mevcudiyetini pekiştiriyor.

İMGELERİN HAREKETİ

İmge yoğunluklu şiirin en sık karşılaştığı sorun kördüğümleşmedir. Yani bir imgenin kurgulanması için sarf edilen çabanın yöresel kalması sorunu. İmgenin sürmenaj olması ve kendi içinde akıcı bir kıvama başarıyla kavuşurken şiirin geri kalanıyla sağlıklı bir iletişime geçememesi. Zeynep Köylü takdire şayan bir esneklik ve ilişkisellik ile bu sorunun üstesinden geliyor. İlk bakışta birbirinden ayrı arazilerde ekildiğini düşündüğümüz imgeler yavaş yavaş şiirin bütününe yayılan bir ağ örgüsü kurguluyorlar. Şair, imgelerin bu genele katılma arzusunu daha ketum bir seviyede tutarak her birine bireysel olarak kulak vermemizi sağlıyor.

Bu sayede, imgeler topyekun olarak harekete geçtiklerinde yepyeni bir ahenk yaratıyor ve şairin her birinde ayrı ayrı aradığı canlılığı şiirin genelinde deneyimlememize olanak sağlıyorlar. “bakış kes” şiirinde kesik kesik ilerleyen imgeler içten içe iletişiyorlar. Bu iletişimi fark etmek için tekrar tekrar okumak, imgelerin düğümünü azıcık çözmek ve etrafındaki imgelere ne kadar şiddetli bir arzu ile tutunmaya çalıştıklarını gözlemlemek gerekiyor. Şiirin birçok bölümü bu hareketliliği olumlayarak sona eriyor: “yine de akıyor akıyor ırmak.” Akmak, yürümek, yürütmek, koşmak, dönmek, alıp gitmek, buluşmak ve yazmak. Şairin ağırlıklı olarak kullandığı fiillere göz atarsak, şiirin bütününe hakim olan hareket etme arzusunu daha iyi anlayabiliriz.

Atlaslar Kayıp şiirinde parça ve bütün ilişkisinin şairin kaleminde kazandığı heyecan verici boyutları gözlemlemek mümkün. “yeryüzü konuşur kendi kendine bütün dillerde / ince mırıltılarla / atlaslar kayıp,” diyerek başlıyor. Yeryüzünün dili, her coğrafyanın kendine has dokusu, karakteri… bütün bunları farkında olan şair, bunları bir bütün olarak temsil etme hırsıyla hazırlanan atlasların kayıp olduğunu söylüyor. Kayıp olsalar bile, şairin atlasların dünyaya bakış açısından arındığını söylemek doğru olmaz. Diğer şiirlerde de olduğu gibi, kayıp olan kimi zaman şiire en sinsi ve güçlü şekillerde nüfuz edebiliyor. Bu şiirde de şairin yer yer bir atlasın diliyle konuşmaya çalıştığını yahut hiç değilse bu dilden kaçamadığını gözlemliyoruz.

Şiirin ilerleyen bölümlerinde atlaslardan edinilecek bilginin insan deneyimine ne denli uzak kalabileceği hissettiriliyor: “bir nehir tekrarlar dolaştığı her yeri / avcum sımsıkı tutar geceyi / dağılır suskunluğun geçtiği yüzüm” Nehir bir atlas üzerinde cansız ve hareketsiz gözükebilirken, konuştuğu dil tam zıddıdır çünkü nehirler hareketin, tekrarın ve akıcılığın dilini konuşurlar. Şiir için en büyük gerilim hem atlas gibi düşünmeye çalışırken hem de yeryüzünün kendine has dilini deşifre etme arzusundan kaynaklanıyor.

Bu ikilem şiirde son derece güçlü imgelerin tohumunu ekiyor. “suskunluğun geçtiği” sözü aynı zamanda “suyun geçişişini” düşündürüyor. Şairin yüzü aniden uzun süre incelediğimiz coğrafi bir şekil alıyor. Yüzündeki ifadeyi çözümlemeye çalışırken, fark etmeden, şairin atlaslar konusundaki ikilemini biz de birinci elden deneyimlemiş oluyoruz. Yine bir yırtılış söz konusu: şiir boyunca iki farklı algısal perspektif hem birbirinden ayrılıyor hem de ayrılırken yarattıkları sessiz gürültü sayesinde bir arada tutuluyorlar.

ARZU VE BÖLÜNME YANILSAMASI

Enver Ercan’ın Di adlı şiirinde şöyle diyor: “yüzüm sana değse / sürçüyor zaman.” İki kavram bir araya geldiğinde dilde yabancılaşma arzusu oluşuyor. Yüzün değişinden alınan fiziksel haz, birlikteliğin getirdiği ruh hali ile değişen zaman algısını anlatırken, şair “sürçme” fiilini kullanıyor. “Konuşma sırasında kelimeleri yanlış söylemek.” Bu dizelerde olan da bu değil mi? Şairin sanki gerçekten de dili sürçüyor fakat bu sürçme sayesinde de harika bir imge ortaya çıkıyor. Zaman, tökezleyen ve doğru sözcükleri seçemeyen bir olgu haline geliyor. Yabancılaşıyor. Şiirin sonunda sürçme eyleminin zihnimizde düşündürerek harekete geçirdiği “dil” kelimesi beliriyor: “dilim sana değse / uyanıyor sözcükler.”

Bir başkasına duyulan arzunun beraberinde getirdiği yabancılaşmayı anlamak zor değil. Ne de olsa arzu insanda bir eksiklik hissiyatı uyandırıyor. Ercan’ın şiirinde bu hissiyat benzersiz bir sadelik ve incelikle işleniyor. Arzu duyan insanın kafasında kurduğu ikilik çoğu zaman bir yanılsamanın ürünü olabiliyor. Ercan’ın şiirinde “sürçen” şeyin zamanla birlikte şiirin dili olması gibi. Arzulayan insanın yöneldiği kişi ya da nesneyi kendinden bağımsız inceleyebilmesi mümkün değildir. Georges Bataille’ın da belirttiği gibi, bu arzuyu dile döktüğümüzde aşina olduğumuz kelimeleri ve kuralları kullanırız. Bu elbette ki benlik duygusunun asla esneklik kazanamayacağı anlamına gelmiyor. Dilde “sürçme”nin gerçekleştiği ya da dilin birden gündelik kullanımına yabancılaştığı anları kollayarak arzunun benliğimizde yarattığı bölünmeyi anlamaya çalışabiliriz.

Edebiyatın hep içine düştüğü bu çıkmazı Köylü, “leda şiirleri” adlı bölümdeki “uyanış” şiirinde şu dizelerle dile getiriyor:

“bir nehir bulmalıyım

bakmak için sana”

Arzu, tutunacak bir nesne ararken aynı zamanda insanın kendiyle yabancılaşabileceği bir olanak kolluyor. Bakmak için bir nehir arama arzusu, kendi yansımasına aşık olan Narkissos’u akla getiriyor. Temelinde estetik bir arzu barındıran imgeler de anlamı çoğunlukla bir eldiven gibi saramıyor. Bazen yetersizlik bazen de aşırılık sorunu oluşuyor. İşte böyle anlar, şairin yeniden suyun yüzeyine çıkmasına olanak sağlıyor. Anlatma arzusunun kendine dönüş olmadan tatmin edilemeyeceğini gösteriyor. “gittiler, uzun” şiirinden birkaç dizeyle buna örnek vererek noktalayalım:

“paslı bir çapa

uyuduğunu unutmuş – denize dalıyor

içine çekiyor diplerin rüyasını

keskinleşiyor gözü yokluk başladığında

- doruğa çıkmalıyım

dibimde korku”