Direniş estetiği ve karşı gelmenin tarihi
Korint kenti kuşatılırken, her yurttaşın bir işle meşgûl olduğunu gören Sinoplu Diyojen, başlamış sokaklarda fıçısını yuvarlamaya. Neden, diye sormuş diğer Korintliler merak içerisinde. Herkes bir şeyle meşgûl oluyor, diye cevap vermiş Diyojen − ve ben de bununla meşgûl oluyorum işte... Diyojen’in yaptığı bu şey bile, temelinde bir “direniş”, bir “karşı geliş”tir.
Hamza Celâleddin/hamzacelalettin@gmail.com
Soru: Sokrates, bütün Atina halkının tanıklığında, “kentin tanrılarını tanımama ve gençleri yoldan çıkarma” gibi suçlarla yargılanıyorken; seyirciler arasında olup “tarafsız” şekilde Sokrates’in kendisini nasıl savunacağını merak eden, ellili yaşlarında, kısa boylu, kemikli yüzlü ve görece büyük burunlu Atina yurttaşının ismini anımsayanınız var mı? Boethius işkence ile ölüme mahkûm edildiği zaman – ve Felsefenin Tesellisi’ni tarihe not düşüyorken; o yıllarda Roma’da, işlerin kesatlığından ve kazancının düşmesinden şikâyetçi, memnuniyetsiz tüccarın ismi bin beş yüz senedir kaç kere anılmış olsa gerek? Giordano Bruno, 1600 İtalya'sında, kilisenin görüşüne aykırı gök bilim tezlerini savunduğu için, dinsizlik ve ahlaksızlık gibi suçların cezası olarak diri diri ateşe verilirken; yolu tesadüfen o meydandan geçen umursamaz yolcunun yaşam öyküsü merakınızı cezbediyor mu hiç? Baruch Spinoza, 1656’da Yahudi Cemaati tarafından aforoz edildiğinde ve diğer insanlar Spinoza ile konuşmamaları, alışverişte bulunmamaları, onun yazdıklarını okumamaları ya da ona yaklaşmamaları yönünde ihtar edildiğinde; gerçekten de bu buyruğa uyup Spinoza ile konuşmaktan, onu okumaktan ya da ona yaklaşmaktan kaçınan “ürkek kabullenmiş”in saygıdeğer ruhuna iyi dilekler gönderdiğiniz oluyor mu hiç? Fyodor Dostoyevski, 1800’lerin ortalarında kurşuna dizilecekken (ve son anda çıkan af ile idam cezasından kurtulurken); toprağının derdine düşmüş orta sınıf yurttaş hakkında daha fazla bilgi sahibi olmak ister miydiniz? Naziler, 1933 senesinde, Thomas Mann, Heinrich Heine ya da Sigmund Freud gibi birçok yazarın kitaplarının da aralarında bulunduğu on binlerce kitabı Berlin’de ateşe verdiklerinde; bu devasa yangını donuk gözlerle seyreden kalabalıktan “herhangi birisi”nin bugün için anlamı nedir? Federico Garcia Lorca, 1936 yılında Franco rejiminin infazcıları tarafından kurşuna dizilerek infaz edilirken; hiçbir şey olmamışçasına yaşamına devam eden gamsız “vatansever”in nihayeti umurunuzda oldu mu hiç? Pekâlâ bugün siz; o seyircilerden, o tüccarlardan, o yolculardan, o “ürkek kabullenmişler”den, o “herhangi birileri”nden ya da o “vatansever”lerden birisi misiniz acaba?
Bir Kaygı Varlığı Olarak İnsan: İnsansoyu, orada-varlık olarak sahnede belirdikten ve oradalığını yeryüzünde sezdikten sonra; üç tür kaygı ile varlığını ortaya koymak ve onurlandırmak durumundadır: Şeyleri duyumsamakta/algılamakta estetik kaygı, şeylere dokunmakta/nüfuz etmekte etik kaygı ve şeyleri değiştirmekte/dönüştürmekte politik kaygı; insanın onurlu varlığının olmazsa olmazlarıdır. Bu üç türden kaygı; tarih beridir ki, tek bir oradalık biçimiyle bir arada bulunur − Direniş… Duyumsamış/algılamış olmanın hazzı, dokunmanın/nüfuz etmenin inceliği ve değiştirmenin/dönüştürmenin coşkusu ile insan; rastgele orada bir seyirci, gamsız bir tüccar, bîhaber bir yolcu ya da “herhangi birisi” olmaktan sıyırır kendi varlığını. Gel gelelim (dinî, ahlâkî ya da siyasî) her türden otorite, tam aksi yönde kutsamıştır insan varlığını: “Ortak akıl” ve “bayağı uzlaşı” yordamıyla, kabullenmek ve sağduyu bir erdem, karşı çıkmak ve direnmek ise bir erdemsizlik olarak belletilerek; insansoyu seyirci olmaya ikna edilmiş gibidir. Ve bu sayede ise, tarih için “silik kalabalık”lar − “sindirilmiş yığın”lar, varlığını onurlandırmayı kendisine ödev edinmiş azınlıklar üzerinde tahakküm kurmak için iyiden iyiye yüreklenmiştir: Zirâ, denir; “kutsal akıl” böyle buyruk vermiştir.
Çağrı: Korint kenti kuşatılırken, her yurttaşın bir işle meşgûl olduğunu gören Sinoplu Diyojen, başlamış sokaklarda fıçısını yuvarlamaya. Neden, diye sormuş diğer Korintliler merak içerisinde. Herkes bir şeyle meşgûl oluyor, diye cevap vermiş Diyojen − ve ben de bununla meşgûl oluyorum işte... Diyojen’in yaptığı bu şey bile, temelinde bir “direniş”, bir “karşı geliş”tir. Evvelâ bir kaygısı vardır Diyojen’in ve bu kaygı eyleme dökülmektedir işte bu yolla. Direniş ve karşı geliş birçok şekilde olabilir – bedensel ya da zihinsel birçok şekilde. Yalnızca fıçıyı yuvarlamaya cüret etmesi ve fıçıyı yuvarlamaktaki utanmazlığı kendisinde keşfetmesi gerekir insanın: Çünkü bu bile bazen, tek başına estetik, tek başına etik ve tek başına politik bir eylemdir.
Varoluşçu düşünceye göre, evvelâ var olan/yeryüzünde beliren ve daha sonra kendisini (ve kendisiyle birlikte elbette başkalarını da) belirleyen/oluşturan insanın; kendisini belirlerken gözetmesi gereken incelik; işte bu direniş estetiğidir. “İnsan, kendisini nasıl yaptıysa öyledir” formülündeki “yapmak”, Doğa’yla uyumu ve Doğa-dışı olana başkaldırıyı, karşı gelmeyi, direnişi ifade eder. Yoksa zaten herkes bir şekilde “yaşar”: Bayağı uzlaşının önemsiz birer parçası olarak...
Öyleyse direnmelidir insan: Akıp akıp yeniden dolan ırmaklar gibi…
Hölderlin yurdunuz, Tagore göğünüz,
Camus yâr ve Nietzsche yardımcınız olsun.