Açlık grevlerinin 70'inci gününe dayanan Nuriye Gülmen ile Semih
Özakça’ya ve onlarla birlikte direnen Acun Karadağ, Veli Saçılık,
Esra Özakça ve Mehmet Dersulu’ya selam olsun.
Sürekli dile getirdikleri üzere, direnişlerini büyütmek
haksızlığa eğilmeyen boyunların borcu. Bizler de elimizden
geldiğince, yazmaya, söylemeye, bağırmaya, yanlarında durmaya devam
edeceğiz, etmeliyiz.
Açlık grevleri dünya tarihinde çok eski dönemlerden itibaren var
olan bir direniş biçimi. Eski Keltlerde insanlar kendilerine
haksızlık yapan zenginlerin kapısının önüne yatıp kendilerini aç
bırakırlarmış. Böylece o kişi, kapısının önünde birinin açlıktan
ölmesine izin verdiği için utanacak ve adalet bu şekilde
gerçekleşecek diye düşünürlermiş. Açlık grevlerinin geçmişine
baktığımızda, çoğunlukla hapishanelerde tutsaklar tarafından
başvurulan bir eylem olduğunu görüyoruz. Örneğin 1900’lü yılların
başında, İngiltere’de oy hakkı için mücadele veren Süfrajetler,
hapishanede açlık grevi başlatmışlar. Gandhi mesela, İngiltere’de
gözaltında olduğu dönem, bağımsız Hindistan için açlık grevine
başlamış. Nelson Mandela da benzer bir girişimde bulunmuş. Küba’da,
Bolivya’da, Rusya’da tüm dünyanın dikkatini çeken önemli grevler
olmuş. Keza İsrail hapishanelerinde toplu açlık grevine başlayan
yaklaşık 1500 Filistinli... Türkiye’de ise, ilk açlık grevini
başlatan kişi Nazım Hikmet. Ve zaten, 2000’li yıllarda hepimizin
zihinlerine kazılı F Tipi Cezaevlerine karşı başlatılan ölüm
orucu... 816 mahkumun başlattığı bu ölüm orucu neticesinde 51
kişinin yaşamını yitirmesi ve beş kişinin kendini yakması
üzerine, devlet “Hayata Dönüş Operasyonu” başlatmıştı ve bu
operasyon neticesinde 39 kişi daha ölmüştü.
Fakat bir örnekten özellikle bahsetmek gerekiyor: IRA
mahkumlarının 1980-1981 yıllarında yaptığı açlık grevi. O dönem,
İngiltere, Kuzey İrlanda’da H Bloklarını yaptırır ve IRA
mahkumlarının siyasi statüsünü kaldırır. Var olan bazı
ayrıcalıkları da ellerinden alınarak tek tip kıyafet dayatması
yapılır. Bunun üzerine mahkumlar direnişe geçer ve kıyafetleri
giymeyi reddeder. Tek tip kıyafetleri giymek yerine battaniyeye
sarılırlar. Hatta bu sebeple “Battaniye Adamlar” olarak tarihe
geçerler. Tek tip kıyafet giymeyi reddeden mahkumlar için koşullar
bir süre sonra daha da onur kırıcı hale getirilir. Mahkumlar
aileleriyle neredeyse hiç görüşemez, eşyalarının çoğuna el konulur,
hücrelerde yalnızca üzerinde uyumaları için bir şilte vardır.
Yıkanmalarına izin verilmez, dışkı kapları dahi boşaltılmaz, pislik
içinde yaşamaya mahkum edilirler. Sigara kağıtlarının üzerine not
yazarak, yahut sarılırken gizlice ağızlarına koyup yuttukları
mesajları hücrelerinde kusarak dışarıyla haberleşmeye çalışırlar.
Bobby Sands’in doğal bir liderlik rolü üstlendiği mahkumlar bu
şekilde “H-Blokları parçala!” mesajının dışarıda yayılmasını ve
seslerinin duyulmasını sağlarlar. Şartların iyileştirilmesi için
yapılan tüm görüşmelere rağmen İngiltere hükümeti geri adım atmaz.
İşkence had safhaya ulaşmıştır, artık bıçak kemiğe dayanmıştır.
Mahkumlar açlık grevi kararı alırlar. Fakat bu karar kesinlikler
dayatma bir karar değildir. Hatta, kendinden emin olmayanların
greve katılmaması istenir. Aksi halde greve devam eden diğer
mahkumlar daha büyük zarar görecektir.
Bobby Sands’in liderliğinde başlayan bu grev neticesinde 10 kişi
yaşamını yitirir. Grevin 66'ncı gününde hayatını kaybeden Bobby
Sands, grev sırasında, bugün İngiltere ile IRA arasında barışa imza
atan Gerry Adams’ın lideri olduğu Sinn Fein partisinden
milletvekili adayı gösterilmiştir ve Londra’da Margaret
Thatcher’dan daha fazla oy alarak milletvekili olmuştur. Bobby
Sands milletvekili olarak ölür.
Her ne kadar, açlık grevi 10 kişinin ölümü ile sonuçlansa da, bu
olay üzerine İrlandalı tutsaklar siyasi statülerine tekrar
kavuşmuştur ve H-Bloklar denetlenmeye başlanmıştır. Yani açlık
grevi amacına ulaşmıştır. Ve hatta bunun da ötesinde, Bobby Sands,
dünyanın her yerinde bir direniş simgesi haline gelmiştir.
Bobby Sands açlık grevleri için şöyle demiş: “Onlar intihar
diyor ben, cinayet diyorum”.
Nuriye ile Semih’in direnişine dönecek olursak; meseleye bizim
de bu yönden bakmamız şart. Hiç kimse, kendi iradesiyle son derece
zor ve acılı şekilde gerçekleşen bir ölümün kucağına atılmaz. Bir
şekilde amacına ulaşsa dahi, hayati organlarının telafisi imkansız
şekilde zarar görmesine göz yummaz. Sanırım bunun ne derece zor bir
karar olduğunu belirtmemize gerek yok. Belli ki bu insanlar
isyanlarının son noktasına gelmişler fakat seslerini duyuramamışlar
ve böyle bir yola başvurmak zorunda kalmışlar. Oysa onlar da bu
ülkenin evladı. Haksız ve gerekçesiz şekilde işlerinden edildiler.
Binlerce kişi. Bu binlerce kişide binlerce emek var. Ana
babalarının, eş dostlarının, öğretmenlerinin ve nicelerinin
emekleri. Hepsi bir anda çöpe atılıyor. Üstelik sadece işlerinden
olmuyorlar, geleceklerinden de oluyorlar. Bir nevi ölene dek
mühürleniyorlar ve bu mühürle yaşamak zorunda bırakılıyorlar. Bu
çok büyük bir bedeldir. Haksızlığa uğramışlık duygusu duyguların en
ağırı, kaldırılması en zorudur. İşte tam olarak bu yüzden, haksız
ve dayanaksız şekilde ihraç edilen bu kişilerin maruz bırakıldığı
her şey bir tür "ölüm mobbingi"dir. Ölüme zorlanmaktır. İnsanlık
dışı yaşamaya mahkumiyettir. Tıpkı Bobby Sands ve arkadaşları
gibi.
Bir ülkede, OHAL keyfi bir şekilde uzatılırsa, KHK’lar –Anayasa
Mahkemesi’nin “denetlenmeli” kararına rağmen- denetlenmezse,
denetlenmeyen bu KHK’larla sırf muhalif diye binlerce insan ilmek
ilmek dokuduğu hayatlarından edilirse ve milyonlarca insan bu
çileden çıkartan haksız manzarayı izlemeye mahkum edilirse, sizce
ne olur? Sizce bunun sonu ne olur?
Bu arada, bu kişilerle bırakın diyalog kurulmasını, direnişleri
de türlü şekillerde engelleniyor. Nuriye bu zamana kadar sayısız
defa gözaltına alındı; fakat her gün o alana gitmeye devam etti.
Polis başaramadığını görünce bir süre sonra bıraktı. Fakat şimdi de
destekçileri gözaltına alıyor...
Yazının başında söylediğim gibi, bizim görevimiz haksızlığa
karşı cesurca başkaldıran kişilerin seslerini hep bir ağızdan
yükseltmek, hukuksuzluğa karşı direnmek ve onların yaşamasını
sağlamaktır.
Bilirsiniz, bizler televizyonda açlık grevi-ölüm orucu
görüntüleriyle büyüdük. Hep çok ürkütücü görüntüler var aklımda.
Fakat şimdi, üzerine yazacak kadar yaşamımıza girmiş, yanı
başımızdaki insanlar o son noktalara gelmiş. Grup Yorum’un çok
sevdiğim bir şarkısı dönüyor kafamda bu aralar; sözleri açlığa
yatan bir kız ile annesinin diyaloğundan oluşuyor. Bir de müziği
var ki...
Benim aklıma hep Nuriye ile Semih’in anneleri geliyor...
Ne kadar da ufalmış bedenin
Gözyaşıma sığdın sen
Açlık mı yemiş ömrünü yavrum
Al sütümü iç kızım..
Saçların beyazına mı
Sakladın alevini
Yoksa güneş sende mi batıyor
Batıyor geceleri
Eriyen bedenimi düşünme
Göğü giydim üstüme
Yüzünü asma kederine anam
Yiğitler bitmez bizde
Bir ateş olup yaksa da gidişiniz
Analar biter mi
Ölüm toplasa da çiçekleri
Çiçekte tohum biter mi..