Ağırbaşlı bir sergi olarak hatırda kalan 'Ölüdoğa', her ne kadar eserler 'güzel' gibi görünse bile, asıl manzaranın çirkinliğini bize mümkün olan en kibar dille, hissettirmeyi başarıyor. Kendini insandan sakınan bu yansımalar, galiba en çok, onlara kimse bakmadığında, birbirleriyle daha fazla dertleşiyor...
Taşra ve kent / doğa ve insan arasındaki şu imkânsıza ramak kalmış birlikte varoluş dengesini yaratıcılığına yansıtan sanatçı Ali İbrahim Öcal'ın, İstanbul Karaköy Sanatorium'da açılan 'Ölü Doğa' sergisi, folklor kavramının kentteki diriliği / güncelliğini düşündürdü.
Sayıca az, ancak emek ve derinlikte yoğun ve çeşitlilik arz eden ve 27 Ocak'a değin görülebilecek etkinlikte yer alan ve tümü bu yıl üretilmiş eserler, malzeme ve isimleriyle, şöyle: 'Mayıs - Ağustos Manolya Skalası' (Kurutulmuş manolya yaprakları ve epoksi reçine), 'Denizin Teni III' (Tuval üzeri yağlıboya), 'Gül Dalı' (Bronz), 'Lepithos için üç tekrar' (Video yerleştirme), 'Yanık Orman' (Alüminyum epoksi reçine), 'El Bilir' / Cosmos II (Metal üzerine gül dikeni) ve 19 ayrı ağaç dalıyla, kürek uçları kullanılarak yapılmış bir diğer 'İsimsiz' yerleştirme.
Öcal'ın sergisindeki işleri bir araya getiren veya yaklaştıran, onları dayanıştıran, plastik çeşitliliklerinin yanı sıra, taşıdıkları şiirsel ve dramatik etki olarak da kendini gösteriyor. Ayrıntıların nezaket yüklü birlikteliği ve sanatçının da eminliğinden beslenen o kendiliğindenliğin yürüdüğü, doğal malzemeye güvenle yansıttığı imgesel zırh, gerisinde önemli bir yüzleşme anına da davetiye çıkarıyor.
Eserler, bir yönüyle, kendileri karşısına geçenlerden kendilerini sakınır, soyut bir özgürlük ve ifade alanının neredeyse sırdaşlığını yaşıyor. Öcal, kendi edindiği organik malzemelerin yanı sıra, sanat tarihine mâl olmuş 'Ölüdoğa' kavramına getirdiği ekolojik ve taze yorumlarla da hatırda kalıyor.
Daha önceki eserlerinde, insan - hayvan, ve imgenin insanla anlambilimsel ilişkisini eleştirel bir tavırla işlemiş Öcal'ın belli coğrafya veya kültürel kodlardan alabildiğine uzaklaştırdığı son işlerindeki her yerdelik duygusu, yapıtları özgürleştirici ayrı bir durum olarak da dikkati çekiyor. Bir ağacın kavruk sırtı, adeta kendi kendinde şiirsel bir takvime dönüşen ağacın yaprağı, biricik dalı, binlerce kozmik dikeni, yaşamak uğruna bizler gibi dört nala koşturup duran kadrolu bir yarış hayvanının teni veya denizin tekinsiz sabrı, bize neyin nadir, neyin narin, neyin kıymetli ve faydalı, ya da pek tabii kalıcı ve geçici olduğunu gayet sabırla, dobralıkla düşündürüyor.
Yine, eserlerin niceliksel 'ekonomisi'yle de takdiri hak eden bir yeterlilik veriyor, 'Ölüdoğa' sergisi. Yapıtlara odaklanmak için yeterli mekân ve zamanın gözetildiği, tanık olunan güzellik kadar, çirkinlikte veya dokunulmazlık halinde de 'dikeni' kendimize batırmamız gerektiğini bize fısıldıyor.
'Ölü doğa'nın sözcülüğünü, kentin diri folkloru diyebileceğimiz, güncel sanatla yapan Ali İbrahim Öcal, sergisi üzerine İstanbul Art News'dan Melike Bayık'a, şunu aktarıyor:
"Şimdilik dolaşımda olduğum bölgelerden ihtiyaç duyduğum malzemeyi topluyorum. Doğal formların hemen hepsi, benim için eşit niteliğe ve öneme sahip. Yani 500 senelik bir ağaç ile o ağacın gövdesindeki yosuna aynı ruh haliyle yaklaşıyorum. Bu bakımdan malzemeyi seçerken başka birkaç kriterim oluyor. En önemlisi sonucunda görmek istediğim imgeye uygunluğu. Bir diğeri ise 'işlevini' -genel insani düşüncesi çerçevesinde- artık yitirmiş olması. Bunların dışında herhangi bir ağacın kurumuş dalı, çalının dikeni ya da çiçeğin yaprağını kullanabilirim. Hangi malzemeyi kullandığımdan çok bu malzemeyle ne yaptığımın önemli olduğunu düşünüyorum. İşlerinde malzemeye sıkça başvuran sanatçılar gibi, tüm bu malzeme hikayemi anlatmama araç oluyor. "
Ağırbaşlı bir sergi olarak hatırda kalan 'Ölüdoğa', her ne kadar eserler 'güzel' gibi görünse bile, asıl manzaranın çirkinliğini bize mümkün olan en kibar dille, hissettirmeyi başarıyor. Kendini insandan sakınan bu 'Ölüdoğa' yansımaları, galiba en çok, onlara kimse bakmadığında, birbirleriyle daha fazla dertleşiyor.
İşte, sanatçının bu 'geri dönüşümcü' tavrı da, sergiyi gezmemiz için bir diğer gerekçeye dönüşüyor.