‘Ev alma komşu al’ demiş atalarımız. Ama başka atalar da ‘coğrafya kaderdir’ diye düzeltme yapmış. Yani Nuri Bilge Ceylan’ın o ‘yalnız ve güzel ülkesi’, gönlü öyle istediğinden ‘üç tarafı denizlerle dört tarafı düşmanlarla’, yer altı katmanları da fay hatlarıyla çevrili değil; kader planı öyle yazılmış. Şimdi tıpkı ülke nüfusunun tamamı gibi o dört yanımızı sarmış komşular da hararetle Türkiye seçimlerini konuşuyor, heyecanla sonuçları bekliyorlar. Bazıları atıl değil; açık beyanat ya da örtülü jestlerle taraf da oluyorlar. Bu anlamda adeta komşular toplaşmış kendilerine komşu seçiyor. Öte yandan günümüzün küresel şartları altında seçim süreci Orta Doğu ve Avrupa başta olmak üzere dünyanın hemen her kıtasında konuşuluyor; izleniyor. Türkiye siyasetine olan ilgi en çok Brezilya’ya benziyor. ‘Yeni dünya’ için Brezilya seçimleri, ‘eski dünya’ için ise Türkiye seçimleri, belki de ‘yerli ve milli’ olduğundan daha fazla küresel ve evrensel: Orta ve düşük gelir grubu ülkelerden oluşan küresel çoğunluğun umutlarını, ruh hallerini, ideolojik yönelimlerini ve siyasi tercihlerini bir şekilde etkiliyor, belirliyor; ve hatırı sayılır derecede de bunlar tarafından belirleniyor, etkileniyor. Brezilya’da olduğu gibi Türkiye’nin yapacağı seçimin felsefi ahkâm diliyle insanlığın kendi yarattığı evrensel değerler bakımından ulaştığı genel seviyeyi test etmesi, ya da daha mütevazı terimlerle dünya kamuoyunun da tercihini bir ölçüde yansıtması kaçınılmazdır.
SURİYE VE KUZEY KOMŞUMUZ RUSYA
Komşulardan biri olan Suriye yönetimi, oldukça açık sözlü davrandı. Beşşar Esad bir Moskova ziyareti yaparak Türkiye, İran, Suriye ve Rusya heyetleri arasında yapılacak dörtlü zirveyi resmen ve alenen iptal ettirdi. Muhtemelen böyle bir zirvenin ancak Erdoğan sonrası dönemde mümkün olacağını düşünüyor ve bu düşüncesini Putin’e iletti. Türkiye’yle görüşmelere başlamak için daha önce ifade ettiği ön koşulları yeniden vurguladı: TSK’nın Suriye topraklarından çekilmesi ve Ankara’nın cihatçı gruplarla ilişkisini sonlandırması, Esad’ın kendi sözleriyle “terörizme verdiği tüm desteği kesmesi”. Esad, Türkiye seçimleriyle ilgili bir tercihi olmadığını da iddia ederek, "Suriye’den çekilme Türk başkanına seçimlerde zafer getirecekse sorunumuz yok" dedi. Oysa Erdoğan yönetimi, iki yıl önce yapılan Suriye seçimlerini tanımamıştı. Her iki ülkeyi de vuran 6 Şubat depremlerinin yakınlaşmaya bir katkısı olup olmayacağı yönündeki soruya da "Erdoğan yönetimini yakınlaşmaya iten tek deprem seçimlerdir; başka bir şey yok" yanıtını verdi. Erdoğan’ın seçim öncesi dörtlü zirve yaparak Suriye’nin kaderinde söz sahibi olduğu havasını yayma girişiminin Esad’ın müdahalesiyle fiilen engellenmesi, Suriye yönetiminin tarafsızlığının da aslında seçimlerde taraf olduğu anlamına geldiğini gösteriyor.
Kurulacak uzlaşma masasının diğer iki katılımcısı olan İran ve özellikle Rusya’nın bu görüşleri paylaştığı anlaşılıyor ki Suriye’nin masadan çekildiği değil görüşmelerin belirsiz bir tarihe ertelendiği duyurusu yapıldı. Putin, uzlaşma görüşmeleri üzerine ısrarlı olduğu izlenimi vermemek suretiyle Erdoğan’la ‘şahsi dostluğunun’ sınırlarını, 27 Şubat 2020 İdlib bombardımanından sonra ikinci kez göstermiş oluyor. O bombardıman resmi rakamlara göre otuz altı Türk askerinin ölümüyle sonuçlanmıştı. Rus hafızası, ne 24 Kasım 2015 günü Rus uçağının düşürülmesi ve sağ kurtulan pilotun Türk cihatçılar tarafından infazı ne de 19 Aralık 2016 günü Rus büyükelçisinin Ankara’da öldürülmesi vakalarını silmemiş görünüyor. Ne de son bir yıldır Türk dronelarının Ukrayna hesabına Rus ordu ve donanmasına verdirdiği kayıpları unutacağa benziyor.
Yıllardır o ‘şahsi dostluk’ havucuyla Erdoğan’a oldukça riskli işler yaptırıldı. 15 Temmuz darbesiyle NATO'cu generalleri ve yüksek rütbeli kadroları TSK’dan tasfiye edince ‘Avrasyacı’ düşüncenin hegemonyası da genişleyip derinleşmesi Kremlin tarafından hiç kuşku yok ki keyifle izlendi. Ankara yönetimi, ABD’nin uyarılarına rağmen Rus S400 hava savunma sistemleri satın alınca F35 projesinden çıkarıldı ve giderek F16 jetlerini de satın alamaz, hatta güncelleyemez duruma düştü. Yakın zamanda İsveç ve Finlandiya’nın üyeliğini veto etmesi NATO ile gerginliği daha da tırmandırdı. Ama Kremlin’in Türkiye’yi Batı’dan kopararak himayesine alma girişiminde bulunmaya pek niyetli olmadığı gözleniyor. Bunun yerine, Erdoğan yönetiminin sorunlu bir ABD müttefiki, bazı kaynaklara göre "NATO içindeki Truva atı" işlevini gittiği yere ve zamana kadar sürdürmesiyle sınırlı bir beklentisi oldu. Şimdi artık Türkiye kamuoyunun değişen nabzıyla birlikte yakın dostunun ‘son kullanma tarihi’ geçmiş bulunuyor. Xi JinPing’in tarihi Moskova ziyaretiyle yeni bir stratejik ortaklık inşa hamlesi içine giren Rus yönetimi, Erdoğan’a destek yerine dikkatini Erdoğan-sonrası Türkiye’yle işbirliği imkânlarına yoğunlaştırmış görünüyor. Kadim ‘kuzey komşumuz’ Rusya’nın durumu böyle.
ATLANTİK’İN ÖTESİ VE BERİSİ
Atlantik ötesi kadim müttefikimiz ABD yönetiminin düşünceleri ise, Joe Biden’ın seçilmeden önceki ifadelerinden ve sonrasında Erdoğan’la şahsi temastan kaçınması üzerinden okunabilir. Öte yandan ABD yönetimi ve genel olarak Batı, herhangi bir eleştirel ifadede bulunmama konusunda çok dikkatli çünkü bu tür beyanların Erdoğan’ın dilinde mazlumluk ve ‘dış güçler’ hamasetine malzeme olacağının farkında. Ama geçmişte Trump’ın ya da Merkel’in tavırlarından farklı olarak Batılı liderler Türk başkanla bir araya gelmekten kaçınıyor. O kadar ki, geçtiğimiz kasım ayında Endonezya’da yapılan G20 zirvesi sonrasında NATO liderleri Polonya’ya düşen füze üzerine yaptıkları toplantıdan Erdoğan’ı nazikçe dışladılar. 1999’dan farklı olarak ABD başkanının deprem sonrası Türkiye’ye gelerek dayanışma göstermemesi önemli bir gösterge. Genel duygu, içlerinden en patavatsızı olan Emmanuel Macron tarafından yıllar önce ifade edilmişti: "Dünya lideri olmak öyle göründüğü kadar havalı bir iş değil; Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan’la on günde bir konuşmak zorunda olan benim.” Kısacası, Macaristan başkanı Orban arızası dışında ABD ve AB ülkeleri yönetimlerinin bu seçimlerde oyu blok halinde Kılıçdaroğlu’na olmakla birlikte Erdoğan’a oy kazandıracağı kaygısıyla bu desteğin ifadesinden titizlikle imtina ediliyor.
Burada, AB içinde olmakla birlikte batı komşumuz Yunanistan ayrıca ele alınmayı hak ediyor. Erdoğan seçimlerden önce Suriye’ye ya da Yunanistan’a bir dış askeri operasyon yapmaya çok istekliydi. Bu, o kadar derin ve kronik bir heves ki daha geçtiğimiz ay ABD Genelkurmay Başkanı Kuzey-Batı Suriye’ye gelerek Ankara’ya zımnen önemli bir uyarıda bulunmak zorunda kaldı. Yunanistan ise, ABD ve NATO’yla geçmişte olduğundan çok daha yakın askeri ilişkiler kurarak tedbirini aldı. Türkiye’nin batı sınırına oldukça yakın bir bölge olan Dedeağaç’ta başlayan ABD üslenmesi, Ukrayna savaşıyla birlikte büyüdü ve Saroz Körfezi'nden Polonya’ya uzanan yeni bir savunma ve lojistik konuşlanma hattı inşa edildi. Böylelikle, NATO için vazgeçilmez ülke konumunu yani stratejik önemini ve jeopolitik değerini kısmen Yunanistan’a kaptırma riskiyle karşı karşıya gelen Türkiye yönetiminin öfke ve hüsranı, Yunanistan’a karşı sertleşen dilinde ve tavrında kendini dışa vurdu. Erdoğan, Atina’ya füze atarız tehdidinde bulunarak Miçotakis’e hitaben “Bir gece ansızın gelebiliriz” diyor, Yunan başbakanı da "Gece gelme gündüz gel" yanıtını veriyordu.
Benzer bir gerginlik, 1999 Ağustos depremi öncesinde de mevcuttu, ama sonrasında Yunanistan yönetimi Türkiye’nin AB adaylığının en büyük destekçisi olacaktı. Bu kez de 6 Şubat depremleri, gerginliğin ortasına geldi. Yunan kurtarma ekipleri deprem bölgesinde can kurtarırken kan bağışı ve yardım kampanyaları başlatıldı. Yunan devlet televizyonu da dahil komşunun tüm medya ve basını destek ve dayanışma mesajlarıyla doluydu. Mesajların en anlamlısı, Erdoğan’ın tehdidine gönderme yapıyordu: “Dostlar hem gece hem gündüz gelir.” Ama bu dayanışma, Erdoğan yönetimine destek verildiği anlamına gelmiyor. Yunanistan yönetimi kadar kamuoyunun da oyları ezici çoğunlukla Millet İttifakı’na.
ORTA DÜNYA LİDERİ’NİN SONU MU?
Başlangıçta Erdoğan; Mısır’dan Suudi Arabistan’a Tunus’tan Filistin’e kadar Ortadoğu dünyasında ya da ‘Arap sokağında’ kendiliğinden ve gerçek karşılığı olan bir mazlumların lideri payesine sahipti. Ama köprünün altından akan sular, bu popülariteyi de çökertmiş görünüyor. İsrail’de bile muhalefet, diktatoryal yargı düzenlemelerini protesto ederken Netanyahu’yu İsrail’i Erdoğan Türkiyesi’ne çevirmeye çalışmakla suçluyor. Protestolarla oldukça hırpalanmış İran yönetimi ise sessizliğini koruyacağa benziyor. Ama onların da Türkiye dış politikalarıyla sorunları var. Özellikle Azerbaycan-Türkiye askeri iş birliğinin artışından rahatsızlar. Öte yandan özellikle TSK’nın ve Türkiye güdümlü cihatçıların Irak’ın Şengal bölgesine yönelik girişimleri, bir sürtüşme nedeni. İran’ın Irak Kürdistanı’nın Süleymaniye bölgesini kontrol eden KYB (Talabani yönetimi) üzerinden Suriye Demokratik Güçleri (SDG) kurmakta olduğu iyi ilişkilerin hem Suriye barışı hem de Şengal’de Haşdi Şabi-PKK gerginliğinin sonlanması açısından önemli olmakla birlikte Türkiye’yi rahatsız ettiği biliniyor. Kısa süre önce Dohuk’ta KYB’ye ait olduğu anlaşılan bir helikopterin TSK tarafından düşürüldüğü açıkça ifade edilmese de bu rahatsızlığın bir sonucu olduğu değerlendirmesi yapılıyor. Kısacası İran’ın da Erdoğan yönetimiyle önemli bölgesel sorunları var ve şeriat mağduru İran halkına hatta onlarla birlikte mollalara da Türkiye’de oy hakkı verilecek olsa blok halinde muhtemelen değişimden yana kullanacaklardır.
Hülasa, Türkiye’nin dört yanını çeviren komşulardan Erdoğan’a en yakın duran Azerbaycan görünüyor. Ama değişimin kaçınılmaz olduğu kabullenilirse Azeri yönetimi de yeni hükümetle masaya oturacaktır. Tabi bu bağlamda, Ermenistan’ın halkının ve yönetiminin de Erdoğan’a sıcak bakmadığını hatırlatmak gerekiyor. Aslında Karabağ çatışmasında Türkiye’nin açıkça taraf olması, yalnızca Ermenistan’ı değil Rusya’yı da bir miktar kaygılandırdı. Kafkaslar’da barış ve sükunete ihtiyaç duyan Moskova, Ermenistan ve Azerbaycan arasında İran ve Türkiye’nin taraf olduğu çatışmalardan kaygı duyuyor.
‘DEĞERLİ YALNIZLIK’ VE SON DOSTLAR
Irak, komşular arasında bir başka örtülü Erdoğan müttefiki. Geçtiğimiz hafta içinde Irak Başbakanı saraya resmi bir ziyarette bulunarak Çin destekli bir Basra-Bağdat-Türkiye demiryolu projesi anlaşması yaptı. Seçim öncesi, son aylarda belki de yapılan tek dış anlaşma bu oldu. Irak yönetimi, İran ve Türkiye’nin müdahaleleri nedeniyle siyasi istikrar sıkıntısı içinde. Kuzey Irak’ta ise KDP (Barzani) yönetimi yıllardır AKP ile yakın çalışıyor ve TSK’nın sınır-ötesi operasyonlarına muhalefet etmiyor. Türkiye’yle olan ticari bağlar kadar PKK’yle olan kronik husumeti, bu yakınlıkta başlıca etken. Irak Kürdistanı halkı Erdoğan’la hesaplaşmak ister ama Kürdistan bölgesinin KDP’li yöneticileri, Erdoğan’ı destekleyecektir.
Bu ikircikli ve gönülsüz destekçilerden başka kaderini Erdoğan’a bağlamış tek kitle Hatay’a komşu İdlib bölgesinde ve kısmen de Libya’da Trablus civarında yoğunlaşmış silahlı cihatçılar olsa gerek. Ama onların da maaşları düzenli ödenmeyip yardımları kesilince hemen Erdoğan’a karşı dönebildikleri görülmemiş durum değil.
Sonuçta, eğer 14 Mayıs’ta Türkiye’nin komşularının ve dünya kamuoyunun da oy hakkı olsaydı ortaya çıkacak sonuç Erdoğan açısından hiç de iç açıcı görünmüyor. Neyse ki seçmen nüfusu her ne kadar sayısı milyonu bulan çiçeği burnunda vatandaşı içeriyor olsa da seçimlerimiz ‘yerli ve milli’ olacak. Dış dünyanın bu genel tavrının iç kamuoyunun tercihleriyle ne derece uyumlu olduğunu seçim sonuçları gösterecek.
Devlette devamlılık esastır denir ya bu, dışişleri için daha da çok geçerlidir. Erdoğan, ‘monşerleri’ tasfiye ederek başlattığı agresif ve maceracı ‘sert güç’ hamleleriyle bu geleneği epeyce sarsmıştı. Şimdi iktidara hazırlanan Millet İttifakı, dış politika konusunda fazla bir fikir beyanından kaçınıyor ya da iç meselelerden dışarıyı düşünecek vakit kalmıyor. Ama her halükarda yaklaşan seçimlerin Türkiye’nin dünyadaki yerini ve rolünü yeniden-tanımlaması açısından büyük önemi var. Yıllardır derinleşerek yaşanmakta olan ekonomik kriz ile dış siyasetteki ‘değerli yalnızlık’ maceraları arasında bir illiyet bağı olduğu açık. O halde komşularımızın ve dünya kamuoyunun yukarıda özetlenen eleştirilerini ve beklentilerini görmezden gelme lüksümüz yok. Ama bütün bu eleştirilerin ve yakınmaların ‘derin’ ve ‘stratejik’ müsebbibi Ahmet Davutoğlu’nun muhalefetin önemli bileşenlerinden biri olması da en azından endişe verici bir gerçeklik.