Jeo-analist, gemi ve uçak gözcüsü, Rusya siyaseti uzmanı Sayın
Yörük Işık beyefendi şahsıma sosyal medya üzerinden bir sual tevcih
buyurdular: “Hâlâ ‘dış politika’ kaldı mı? Twitter, Deutsche Bank,
Wagner gibi uluslarötesi aktörlerin bulunduğu sistemsizlik içinde,
kökü Westphalia ulus-devleti üzerine kurulu bir şey devam edebilir
mi?” Kanaatimce sual varit. Dolayısıyla, müessesemiz istek parça
kabul etmemeyi usul ittihaz etmiş olmakla birlikte, istisna
kabilinden bugün mezkûr mevzuyu tartışmaya çalışalım istedim. Öte
yandan, eğer “ikili devlet” kuramı ülkemiz için de geçerliyse,
“rehber” tarafından belirlenen dış politika çizgisiyle, esasen
kendi de sanıldığı yahut dayatıldığı üzere sabit olmayan “ulusal
çıkar” kavramı arasındaki meşruiyet makasının açısı da sanıyorum
söz konusu tartışmanın ögesi olmak durumunda.
Dış politika ülkemizde diplomatlar tarafından yürütülen bir
ezoterik zanaat konumundaydı. Esasen “monşerler” sık aralıklarla
değişen iktidarlara kendilerince yürütülen dış politikanın, onlar
tarafından belirlendiği izlenimini vererek, yürütmenin dışında
belirleme işini de büyük ölçüde üstlenmişlerdi. Hariciye cumhuriyet
ötesine uzanan kurumsal tarihinden devşirdiği “eşitler arasında
birinci” durumunu sessiz sedasız kullanırdı. Gerçekten de,
hariciyenin bir yandan devletin yıkılışını en azından bir yüzyıl
boyunca geciktirebilmiş ve modern bürokrasinin kuruluş omurgasını
sağlamış olmak gibi hak edilmiş ayrıcalıkları da yok değildi.
Dışişleri’nin “genel sekreteri” daha sonra sıradan müsteşarı da
hariciyeci için, asker açısından genelkurmay başkanı neyse oydu.
Aynı zamanda bir bakıma “devlet sekreteri” yani ABD başkanlık
sistemindeki “secretary of state” neyse oydu da genel
sekreter/müsteşar. Bizim alaturka düzende yine ayrıca hem devletin
kapısını tutan, cumhurbaşkanına giden yolu bekleyen, hem meslekten
hariciyeci başmüşavirler ağı ile eli kolu karar alma, siyasa
oluşturma mahfillerine uzanan bir şebekenin merkezinde otururdu.
Esasen Dışişleri Bakanı da, şimdi indirgendiği konumuyla “reis-ül
küttab” değil devletin cismen temsilcisi, kendiydi. Bundan ötürü,
dışişleri bakanlıkları bütçesi, kadrosu, teşkilâtı dolayısıyla
değil itibarı bakımından birinciden hemen sonraki en gözde ikinci
koltuk olageldi.
Her neyse bizde artık büyükelçiler kararnamesi hazırlayabilme
olanak ve yeteneği elinden alınan Dışişleri, iktidar da 2002’den bu
yana değişmediğinden, tümüyle “solda sıfır” konumuna indirgendi,
devcileyin bir yazmanlığa dönüştü. Buradan o hiç var olmamış “asr-ı
saadete” ters perende de artık mümkün değil. Hariciye ya
organizasyon şeması, oyuncu kalitesi, kadro derinliği ve taktik
anlamlarında günümüz futboluna topyekûn uyum sağlayacak, ya
şampiyonlar ligi hayal olmaya devam edecek. Bu biraz da karakter
meselesi. Diogenes merhuma sormuşlar ya, “üstad hayrola gündüz
gözüyle neden elde kandil geziyorsun” diye. Hani o da demiş-miş ya
“adam arıyorum” diye; öyle. Doğru, padişahın kapıkulluğu ile modern
bürokratlık aynı değil. Ama başkanlık rejiminde, hariciye dahil
hatta belki başta, devletin üst kademesinde görev almak da aynı
değil.
Günümüzün demokratikleşemeden siyasallaşan dışişleri düzeninde,
o boşluğa İbrahim Kalın “atak yapmış” konumda. Ancak onun karma
konumu, sözcülükle, ulusal güvenlik danışmanlığını, Davutoğlu’nun
“éminence grise” olarak dönüştürdüğü dış politika
başdanışmanlığıyla, “mutad zevat” mensubu olmayı harmanlıyor.
Nitekim benim çok yönleriyle eleştirdiğim Davutoğlu’nun
başdanışmanlıktan yani gölgelerden çıkıp, bakanlık koltuğuna
oturması doğru karardı, ikiliği bitirdi. Tıpkı verili rejimde
Erdoğan’ın AKP Genel Başkanlığı’nı da üstlenmesi gibi. O yan
patikaya da girersek, esasen Fransa ve ABD gibi başkanlık
rejimlerinde partilerin, parti başkanlıklarının anlamını
yitirdiğini, o konumların bir anlamda kongre divan başkanlığı gibi
anlaşıldığını da eklememiz gerekir. Yani “verili” rejimde Erdoğan
haklı da, rejimin kendi yanlış. Saptığımız patikadan konumuza geri
dönelim.
Monşerlik neydi, monşerlik özetle şuydu: “Makron hıyardır” demek
yerine “NATO müttefiki bazı dostlarımızın zaman zaman hıyarca
olduğu addedilebilecek kimi tutum ve davranışları son dönemde
sıklıkla benimseyebildikleri akla gelmektedir” demekti. Yarası
dikiş tutmayan söğüt yaprağı Sürmene bıçağını baldıra çehrede sahte
tebessümle saplar gibi söz söyleyebilmek, karıncaya çalım atıp
belini incitmemekti. Buna yanıt “karı gibi ne gülüyon lan
kırıtık?!” hışırlığı oldu. Monşerler de çalım çalım gidip taca
çıkan bal yapmayan arılar gibi ellerindeki son barut olan karar
alıcıya zamanlı ve sonuç alıcı konuşma notu hazırlamak işini suya,
sabuna dokunmaz bilgi notu bulamacı sunmaya kurban edince film
koptu. Kopan filmle birlikte teknik dosyaya hâkimiyet, meslek
bilinci, deneyim, birikim, liyakat gibi nitelikler de zayi oldu.
Stratejik olması beklenecek dış politika yapılması işi, perakendeci
bir taktikselliğe kısacası Şark kurnazlığına rehin kaldı. Ve geldik
bugünlere.
Fakat konu da, kendi sırtımızı zincirle döve döve kanatalım
derken hepten dağıldı: Dış politika kalmadı ki, diplomasiye gerek
duyulsun. Böyle bir genel geçer tümce ile söze girsek belki daha
anlamlı olacaktı. Savaşmak hatta istihbarat toplamak özel
şirketlere ihale edilirken, sürekli yapılan kamuoyu yoklamaları ve
bitmez tükenmez sosyal medya baskısı demokratik ülkelerde seçimle
işbaşına gelen liderleri seçim kampanyasından çıkamaz hale soktu.
Değerli Yörük Işık’ın vurguladığı ulusötesi ve çokuluslu kuruluşlar
devletlerden bazı yerlerde daha büyük güç edindiler. Yine laf ola
Almanya’dan örnek verecek olsak, görevine başladığı 2005’ten bu
yana 15 yılda Şansölye Merkel ülkesinde ne gibi bir kökten dönüşüme
imza attı? Yahut “bundan bize ne?” derseniz, Merkel’in methaldar
olup, çözüme kavuşturduğu hangi dış politika konusunu
anımsıyorsunuz? Neyi, nerede yeniden düşündü ve özgün tasarımını
uyguladı? Doğrusu benim aklıma hiç bir konu gelmedi. Yanlış
anlaşılmasın, bu durum Merkel’e özgü bir yetersizliğin göstergesi
değil, aksine.
Zanaatkârların diplomasisinden, esnafların dış
politikası(zlığı)na evrildik. Bir çağ kapandı, yenisi başlayamadı,
alacakaranlıkta kalakaldık. Atina’ya, Roma’ya atıfları bir yana
bırakın, II. Dünya Savaşı bile tarih dışı. Churchill nerede ona
öykünen Johnson nerede? Reagan ile Schulz, Bush ile Baker nerede,
Trump ile Pompeo nerede? Adenauer, De Gaulle, Kohl, Mitterand’ların
Avrupa’sı nerede, günümüzün muhasebecilerin Avrupa Birliği nerede?
Günümüzün kançılaryaları özenle hazırladıkları kağıtları o masadan
bu masaya itedursun, liderler onların enselerinden “al gülüm, ver
gülüm” birebir pazarlıklarını sürdürüyorlar. Dış politika artık
esasa değil, “esas” gerçekleştikten sonra onun iletişiminin
yürütülmesine ilişkin. Tüm dünyada bu böyle de, bizde bir de buna
hesap vermeme, keyfilik, kişisellik, “devlet aklı” (aslında yanlış
çeviri, “raison d’état”, “hikmet-i hükümet”; devletin aklı olmaz
arşivi olur), varoluşsal tehdit algısı (“beka”) abuklukları
eklendi.
Özcesi, çarpıcı olsun diye “tarihin sonu” gibi bir iddiayla
ortaya çıkacaksak, bence de dış politika artık yoktur.