Geride bırakmakta olduğumuz yıl, ABD’de olaylı bir başkanlık devir-teslimi ile başladı. Donald Trump’ın samimi destekçisi olan Erdoğan yönetimi, Joe Biden’ın başkanlığının kesinleşmesi üzerine “ilişkilerimizde yeni bir sayfa açmak istiyoruz” mesajını iletti ama Washington’dan beklenen telefon aylarca gelmek bilmedi. Nisan sonlarında Biden nihayet Erdoğan’ı arayacak, heyecan dolu muhatabına “Ermeni soykırımını tanıyacağını” bildirerek telefonu kapatacaktı. Biden yönetimi belli ki Trump’ta gözlemlenen şahsi yakınlığın aksine, ilişkileri bir zaruret hasıl olmadıkça kişisel temastan kaçınarak kurumsal düzeyde sürdürmeyi tercih ediyor.
Ama devlet işlerinde küskünlük olmaz. Erdoğan ve Biden arasında, Haziran ayında Brüksel’de kısa da olsa bir yüz yüze görüşme gerçekleşti. Burada, Afganistan’dan çekilme eşiğinde olan ABD’nin Kabil Havalimanı'nın güvenliğini Türkiye’ye devretme eğiliminde olduğu açıklandı. Sonuçta ABD, öngördüğü tarihten daha önce Afganistan’dan çıkmak zorunda kalacak ve beklenenden çok daha hızlı bir hamleyle Kabil’e yürüyen Taliban’ın uyarısıyla Türkiye askerleri de ülkeden çıkarılacaktı. Şimdi Katar ile birlikte havalimanının işletmesine ortak olma ihtimali üzerinde çalışılıyor.
Eylül ayında Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’na birçok zırhlı arabalı konvoyu ile giden Erdoğan, Washington’a da uğrayarak Biden ile kapsamlı bir görüşme yapacağı beklentisi içindeydi. Olmadı ama Erdoğan’ın ısrarı Ekim ayındaki G20 zirvesinde nihayet meyvesini verecek Biden’la Roma’da yapılan görüşmenin herhangi bir somut sonucu görülmemekle birlikte Erdoğan’ı mutlu ettiği gözlemlenecekti.
Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de ve Orta Doğu coğrafyasında yıl içinde attığı geri adımlar, ABD’nin bölgede müttefikleri arası eşgüdüm talebiyle uyumlu görünüyor. Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) tarafından Katar’a uygulanmakta olan abluka, yeni Amerikan yönetiminin arabuluculuğu ile Ocak ayında sonlandırılmıştı. Bu gelişmeye uyum gösteren Türkiye hükümeti, resmi beyanlarıyla 15 Temmuz darbe girişiminden sorumu tuttuğu BAE ile yeniden diplomatik ilişki kurdu. Abu Dabi Veliaht Prensi Muhammed bin Zayed’in Ankara ziyareti sırasında ekonomik alış-veriş vitrine sürülmekle birlikte, Suudi ve BAE rejimlerinin birinci düşmanı Müslüman Kardeşler’in (İhvan) Türkiye’deki örgütlenmesinin dağıtılmasının asıl anlaşma konusu olduğu biliniyor. Aynı konuda, Türkiye ‘darbeci Sisi’ hakimiyetindeki Mısır’la da anlaşmış bulunuyor.
Mısır’la ihtilaflar, birçok Akdeniz ülkesiyle olduğu gibi Doğu Akdeniz’deki enerji kaynaklarının sondajı ve işletilmesi üzerine yaşanan çekişmeyle olduğu kadar Libya’da iki ülkenin vekalet güçlerinin birkaç yıldır savaş halinde oluşuyla da ilgiliydi. Libya’da bu ay yapılması öngörülen seçimler belirsiz bir tarihe ertelenmiş olsa da birleşik bir hükümet kurularak devlet kurumlarının yeniden tesisi yolunda önemli adımlar atılıyor. Türkiye, ülkenin batı kesiminde nüfuzunu sürdürmekle birlikte 2022 yılı içinde Vatiyye Üssü'nün boşaltılması da dahil olmak üzere Mısır’ın müttefiki ‘darbeci Hafter’e önemli tavizler verebilir. Sisi yönetiminin normalleşme için öne sürdüğü birinci koşul, Türkiye’nin Libya’daki askeri faaliyetlerini sonlandırması. Yılın sonlanmasına yakın, Suudi ve BAE yönetimlerinin izinde İsrail ile ilişkileri yeniden geliştirme yolunda da adım atılmış bulunuyor.
ABD müttefikleri ile iyi ilişkiler prensibine sarılan Erdoğan yönetimi, Doğu Akdeniz sularında bir yıl önce donanma gücünü öne sürerek tırmandırdığı gerilime de 2021 boyunca ara verdi. Araştırma gemileri Antalya limanına demirli ya da Karadeniz’de doğal gaz aramalarına koşulmuş bulunuyor. Ama gerilim sürecinin yarattığı hasarın tamiri uzun zaman alacağa benziyor. Özellikle Yunanistan’la Ege’de yaşanan gerginlik hem Avrupa Birliği’nin Yunanistan tarafında yer alarak Türkiye’den bir tehdit algısı sonucuna yol açtı, hem de ABD’nin Girit ve Dedeağaç’taki üslerini bu algı üzerinden tahkim etmesi sonucunu getirdi.
Erdoğan yönetiminin hizaya çekilmesi karşılığında Türkiye’nin talepleri konusunda güvenilir bir açıklamanın yokluğu durumunda tahmin üzerinden yorum yapılması kaçınılmaz. Öncelikle, S 400’ler nedeniyle uygulamaya konan CAATSA yaptırımlarında bir gevşeme olmadığı anlaşılıyor. F 35 programından çıkarılan Türkiye’nin, bunun yerine F 16 satın alma ve elindeki savaş jetlerinin modernizasyonu talepleri de Kongre’de görüşülecek. Öte yandan Rusya, yeni bir S 400 paketinin satışı konusunda Türkiye yönetimini zorlamaya başladı.
ABD saflarına dönüşe paralel olarak Türkiye’nin Rusya ile ilişkilerinde kısmi bir bozulma gözleniyor. Suriye iç savaşının kilitlendiği İdlib vilayetinin akıbeti konusunda anlaşma sağlanamıyor. Öte yandan Türkiye’nin, Fırat’ın batısı ve doğusunda elde ettiği topraklarda himaye yönetimleri kurma eğiliminin Suriye yönetiminde yarattığı rahatsızlık da Rusya ile ilişkilere yansıyor. Hava sahasının kapalı olduğu koşullarda Türkiye ordusunun top atışları ve son dönemde SİHA’ları kullanarak özellikle Kürt hedeflerine yönelik müdahaleleri nüfuz bölgelerine göre ABD ya da Rusya tarafından kaygı ile karşılanıyor.
Rusya ile Bayraktar SİHA’larının yol açtığı bir başka sorun, Karadeniz kıyılarında gözleniyor. Rusya, gerek Ukrayna’ya Türkiye’den SİHA satışları gerekse Boğazlar'ın Karadeniz’de kıyısı olmayan ülkelerin savaş gemilerine fazlasıyla açılıyor olması konularında zaman zaman Türkiye ile diplomatik gerginlik yaşıyor. Rusya ve Ukrayna arasında yaşanan gerginlik, Karadeniz’de NATO güçleriyle bir çatışmaya yol açma riski taşıyor.
Bu diplomatik sorunlar yanında, Erdoğan yönetiminin otoriter eğilimlerine taviz karşılığında mülteci vanasını kapalı tutma dengesi, Avrupa Birliği ile ilişkilerin belirleyicisi olarak sürdürülebilirlik sınırlarına dayanmış görünüyor. Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu tarafından “on büyükelçinin saçma hatası” olarak ifade edilen “persona non grata” krizinin ardındaki demokrasi, hukuk düzeni ve itibar sorununun yeni yılda hangi boyutlara taşınacağı merak konusu. ABD inisiyatifiyle Aralık ayında gerçekleşen “Demokrasi Zirvesi”nden Türkiye’nin dışlanmasının doğurduğu hasar, hissedildiğinden çok daha derin olabilir.
Türkiye’nin itibarı ile ilgili önemli bir sorunun, yargının siyasi rakipleri saf dışı bırakmayı sağlayan bir enstrüman olarak kullanılışı ve bu nedenle de hukuka olan iç ve dış güvenin zedelenmesi olduğu biliniyor. Bir başka sorun ise Mali Eylem Görev Gücü (FATF) tarafından Gri Liste’ye alınan Türkiye’nin adının artık kara para aklayan ve terörizmi finanse eden ülkeler arasında bulunuyor olmasıdır. Bunlara bir de Sedat Peker’in Mayıs ayından itibaren çektiği videolar ve Twitter mesajlarıyla yaptığı ifşaatlar eklenirse bir narko-devlet imajı tehlikesi de oluşmuş bulunuyor. Geçtiğimiz Ağustos ayında Brezilya’da bir Türk uçağında 1304 kilo kokain yakalanmasının ardından bu vakanın Türkiye’de soruşturulmasında yaşanan gecikmenin, kuşkuların artmasına yol açmakta olduğu ortada.
Türkiye, 2021 yılı boyunca önceki yıllardaki pozisyonlarının çoğundan ‘u dönüşü’ yaparak çatışmasız bir dış politika çizgisine geçmekte olduğu izlenimi verdi. Bu rotanın yeni yılda daha da görünür hale gelmesi bekleniyor. Ama uluslararası arenada hukuk düzeni yerine sistematik hak ihlalleri ile anılan bir otoriter narko-devlet algısının yol açması muhtemel hasarın, diplomatik manevralarla ve kozmetik tedbirlerle telafisi mümkün olmayacağa benziyor. Hukuk ve demokrasi taleplerinin en çok ‘dış güçler’ tarafından dile getiriliyor oluşu, ‘iç güçlerin’ boş olduğunun göstergesi olmaktan çok Türkiye toplumunu korkuyla terbiye etmeye soyunmuş otoriter tehdidin sonucu olma ihtimali yüksek görünüyor.