Kabaca iki değerlendirme okulu var sanıyorum Türkiye’nin dış politikasına yönelik. Her ikisi de mevcut pro-aktif adı altında işgüzar, aktivizm için aktivist olan, şu çok kullanılan mecazda olduğu gibi pedallara sürekli basmasa düşecek, genel olarak iç tüketime ayarlı durumu tespit ve teslim ediyor.
Söylediklerim “ceteris paribus”, sanki Türkiye çok “normal” bir durumdaymış, onun da derli toplu bir dış politikası olabilirmiş gibi ağzında akide şekeri varmışçasına, okuyanın içini bayan bir gösterişli sükûnetle yorum yapanları kapsamıyor. İktidarın sözcülüğünü vatanseverlik, vatanseverliği de bir zorunluluk addedenleri hiç içermiyor. Omuzlarının ortasında taşıdıkları saksıyı çalıştırmaya cüret edenlerden söz ediyorum.
Bu bağlamda, efsunkâr “liyakat” takıntısı ekonomide nasıl kendiliğinden çözüm demek değilse, hariciye bürokrasisi için de politik olmadan teknik kalmayı becermek, kafayı kuma gömmenin bir başka dışavurumundan ibaret. Hariciye bürokratının özellikle kariyer basamaklarında yükseldikçe bu tutumu bir zorunluluk olarak benimsemesi belirli ölçülerde anlayışla karşılanabilir. Ancak fazlasını yapmak için ortaya konan güzellik yarışmasında kendini göstermek çabası, ortopedik açıdan omurgada sıkıntıya da işaret edebilir. Özetle, zaten hep yeşildi zeytin dalları.
Anahatlarıyla şematize etmeye çabalarsak, birinci okul, ekonominin (bunu ben ekliyorum) oy verme örüntüsüyle birebir bağının koptuğu gibi, dış politikanın da kasanın boşalmasına bağlı olarak kendiliğinden yönelim ve yaklaşım değiştirmeyeceğini öne sürüyor. Bu uzmanlardan bir bölümü sözünü ettiğim orantısızlığı, her cephede devam eden ve sürekli yeni cephe arayan hareketliliğin esasen sürdürülemeyecek denli maliyetli olmayışıyla açıklıyor. Ek olarak, ne olursa olsun, Türkiye’nin bölgesel güç olma iddiasından vazgeçmeyeceği yahut benzer biçimde verili rejimin böyle bir seçeneği olmadığını da belirtenler var.
İkinci okul ise, aynı resme bakıp, sözkonusu öne kaçış durumunun doğal bir sonu olacağını kaydediyor. Gerçeklerin er ya da geç benimsenen “iddialı” dış politikayı yakalayacağını ileri sürüyor. Dolayısıyla istimin çok gecikmeyecek bir noktada kendiliğinden kesileceğini savlıyor. Aslında bu grup, AB ve ABD’nin Ankara’yı idare etmeye dayanan yaklaşımının da kaçınılmaz sonuca yani duraklama dönemine ulaşmak için zaman kazanmaktan ibaret olduğunu da yeri geldiğinde kulaklarımıza fısıldıyor.
Ayrıca size bir sır vereyim: Ülkemiz yerkürede bulunuyor! Bu bakımdan değerli İlhan Uzgel’in bu sütunlarda başlattığı “jeopolitiğin geri dönüşü” yazı dizisini okumanızı öneririm naçizane. Diyeceğim, artık orman kanunlarının geçerli olduğundan, uluslararası ilişkileri düzenleyen bir sanat olarak diplomasinin sonundan söz ediliyor. Bu kutupsuz yahut AB, ABD ve Çin odaklı üç parçadan oluşan yeni dünyada Türkiye için bağlantısızlık bir seçenek mi? Yoksa kafasını yaklaşan doluyu sezip en yakın sundurmanın altına uzatacak akılcılık kırıntısını bulabilecek mi?
Önümüzde üzerlerinden akıl yürütmemize pencere aralayan iki örnek duruyor. Ankara bodoslamadan KKTC cumhurbaşkanlığı seçimlerine ve Karabağ üzerinden gerçekleşen Azerbaycan-Ermenistan çatışmasına taraf oldu. İlkinde seçimi kaybedeceği şimdiden belli. İkincisinde varılan ateşkesten geçici de olsa hoşnut kalmadı zira masanın dışına itildiği tescillendi. Üstelik dostumuz Vladimir’den Ağustos ayı ortasından bu yana ses seda yok. Bunun üzerine Oruç Reis yeniden denize açıldı, ancak Mısır donanması da Rusya’nın davetiyle Karadeniz’e geliyor.
Böylece kol bükme siyasetinin sınırlarına mı geldik, yoksa kendi kendine sürekli genişleyen evrenin entropisi gibi bunun rejim ve iktidar değişmedikçe bir sonu olmayacak mı? Güç artırma idmanlarında adaleleri şişiren büyük ağırlıkla az tekrarlı ve setlerin arası uzun aralıklı dönemlerin ardından, küçük ağırlıkla yüksek sayıda tekrarlı ve setlerin neredeyse hiç dinlenme olmaksızın birbirini izlediği, adaleleri şişirmekten ziyade dayanıklılığı geliştiren ve adalelerin çizgilerini keskinleştiren dönemler gelir. Deneyenler her ikisinin de farklı biçimlerde ama eşdeğer zorlu sınamalar olduklarını anımsayacaklardır. Bizimkiyse biraz eski usul pazı ve göğüs şişiren vücut geliştirmeyi çağrıştırıyor.
Üstelik sürekli kibirli, tepeden bakan, dudak büken, delikanlı atarlı açıklamalar bir özgüven eksikliğini açığa vuruyor. Sadece “Oruç Reis” yazıp, bunu tüvitleyen bir dışişleri bakanı yetişkinlerin arasında ciddiye alınır mı? NATO müttefiğimiz olan kimi ülkelerin bakanlarını, başbakanlarını tüvitlerine etiketleyen orta-üst düzey hariciye memurları ve memur sözcüler; sert konuşmayı marifet sayıp, sürekli milliyetçi ve dinsel motifli mesajlar paylaşan büyükelçiler kendilerini yukarıya beğendirebilirler ve bir sonraki tayinlerini güvenceye alabilirler belki ama ya muhatapları?
Dolayısıyla ben ülkemizin desteği denli kısıtları da belirli bir “bailout” (“batık kurtarma”) programına gereksinim duyduğunu düşünüyorum. Muhalefet, başta CHP, şu bıktıran milliyetçilik, mukaddesatçılık, Avrasyacılık, Mavi Vatancılık vb. hamaset yarışmalarından özenle kaçınıp, biricik gerçek ulusal davamız olan AB üyeliği perspektifini ısrarla gündemde tutmalı. Sözü eğip bükmeden, ağzında gevelemeden, çekinmeden gönüllere hitap ettiği, kulaklara hoş geldiği varsayılan şu “tek tabanca”, “efelerin efesi” havalarına ikinci kemancılık etmekten sakınmalı.
Başta CHP, muhalefetin dış politika ödevi, çatışma çözümlerinde parametreleri takmamak ve genel olarak kendi kriterlerini dayatmak siyaseti yerine AB’ye uyum olmalı. Dış politikadaki saldırganlık, Ümit Akçay’ın dünkü köşe yazısında değindiği “geleceğe kaçış 2.0’ın” hariciye uygulaması. “Gelecek” ne zaman, hangi erimde gelecek, yakında mı, orası belli değil.
Küresel pandemi ortamında kemer sıkmacı IMF bile “harcayın” diyor. Denk bütçe saplantılı Almanya bile yurttaşına, girişimcisine “sen işine bak, gerisi bende” diyor. Biz de birşeyler yapıyoruz da Brezilya’vari, gerisi yok. Çünkü dünya ve başta bağımlı olduğumuz AB, pandemi dönemini bir tramplen olarak kullanıp, yeşil ve dijital dönüşüm için kullanıyor. İçinde insanın olmadığı yeni ekonomide, yerkürenin varoşu olmaya mahkûm muyuz? Varoşun ekonomisini, dış politikasını ve demokrasisini mi konuşuyoruz?
Göstergeler hiç de iç açıcı değil. Diktatör Pinochet, şu hepinizin pek bayıldığı “No” filminde anlatılan süreç ve 1988 referandumu sonrasında başkanlık görevini 1990’da devretmiş ve 2006’da da cehennemlik olmuştu. Sene oldu 2020, o Şili ancak 25 Ekim Pazar günü yeniden anayasa referandumu yaparak belini doğrultma derdinde. Hani Franco’nun 1939’tan te 1975’e dek yönetimde kaldığı ve aslında o öldüğü gün İspanya’nın demokrasi olduğu hem iyimser, hem kötümser örnek olarak verilir ya, demek Şili için İspanya bile olmak kolay değil.