Sert savunma yapıyoruz. Bir yandan oyundan atılmamaya çalışıyoruz. Hem yere sağlam basmalı, hem ayağımıza çabuk olmalıyız. Çembere gitmeye de çalışıyoruz, boyalı alanda topsuz itişip ribaunt toplamaya da. Şut isabet oranımızın da yüksek olması gerekiyor. Hem takım olarak oynamalıyız, hem boşa çıkana, eli sıcak olana topu hızlı aktarmalıyız. Zihnen de sağlam olmalıyız ki süreyi sonuna dek kullanalım. Sanki soğukkanlılık ile ataletin, acele ile süratin farklı olduğu ve disiplin ile yaratıcılığın birbirleriyle çelişip, birbirlerini dışlamadıkları gibi. Top oyunu dövüşten kaçarak da kazanılmıyor, yalnızca dövüşerek de. İşte muhalefetin işi bu. “Ve ikinci yarı başladı, haydi çocuklar… Biraz daha gayret…”
Bu bağlamda, herhangi bir dış politika konusunu cerrahi titizlikle siyasetin kalanından yalıtıp, onu açıklama çabası bana beyhude geliyor. Sözkonusu beyhudelikten, apolitiklikten sakınmak adına bağlam üzerine her defasında söz söylemek de her yazıyı bir kitap önsözüne dönüştürüyor. Her yorum, her çözümleme kendi kendini olanaksız kılıyor böylece. Söze Demirtaş ve HDP’lilerin; Kavala’nın ve Altan’ın ve diğer düşünce suçlularının rehin tutulduğunu vurgulamadan girilemiyor. Kayyımlar, Kürt meselesi demeden olamıyor. Kanal İstanbul abukluğunu anımsatmadan, kamu ihaleleri kepazeliğine değinmeden, AHL’nin pistlerinin apar topar, fırsat bu fırsat diye imha edilerek, gecekondu hastane inşa edilmesini söylemeden olamıyor. TBMM’nin işlevsiz, ifade özgürlüğünün iğdiş, medyanın devletin borazanı kılındığını belirtmeden olamıyor.
Bütün bunların olmadığı yerde, örnekse soru “acep Türkiye Libya’da ne arıyor?” ise, bunun içgüdüsel yanıtı ya “ben nereden bileyim baba?”, ya “Allah başka dert-tasa vermesin hayırlı işler…” olmak zorunda kalıyor. Girişteki top oyununa geri dönersek, belki kaydı durdurup, ileri alıp-geri sarıp, bandı “play-by-play” izlediğimizi düşünürsek, yapılacak iş falanca ikili mücadelede, savunma yapan oyuncumuzun vücudunu iyi kullanıp kullanmadığı, ellerini sürekli topa uzatıp uzatmadığı gibi ayrıntılar bunlar: Libya, Suriye, Irak, Doğu Akdeniz vesaire. Hele Yaycı’nın görevden alınışına bakan büyükelçilerin yerine koyun kendinizi. Amerikan filmlerinde kötü adam, kahramanımızdan bahsederken “o da gözden çıkarılır, ama gözden çıkarılabilir olduğunu bilmiyor henüz” der ya. Hepsi güzellik yarışında vites büyütme telaşesinde şimdi, Allah yar ve yardımcıları olsun.
Bu kadar peşrevden, fuzuli davul-zurna dinletisinden sonra, güreşe tutuşalım, elenselere başlayalım. Neden Libya? Ne olursa “biz” (öyle ya, bu rejimde “bir”, bizi hepimizi temsil ediyor zira) kazanmış olacağız? Neden her dosyayı bir savaş olarak görmek ve her savaşı kazanmak önemli? Deniz ufkundan gelen top sesleri, Barbaros’un döndüğü sefer, mübarek gemiler ve seherler. Bu hamaset perdesini aralarsak, kenarda bekleyip, dürüst arabuluculuk rolü oynasaydık, yine Libya’da parası kalan nurtopu müteahhitlerin alacaklarını koparamaz mıydık? Uluslararası petrol alanında oynayacaksak TPIC ve TEC’e, Diyanet kadar kaynak ve destek sağlayamaz mıydık? Maksat yeni petrol ve gaz sahalarına uzanmaksa, komşumuzdaki Irak ve onun da içinde de daha komşumuzdaki IKB ile daha etkin işbirliği geliştiremez miydik? Madem UMH ve Sarraç “meşru”, o denli “meşru” Esat, Sisi ve Netanyahu’yla da iletişim kuramaz mıydık? Doğu Akdeniz’in hem teknik (kıta sahanlığı, münhasır ekonomik bölge vb.) hem diplomatik olarak çok-katmanlı sorunlarına çok-taraflı çözümler arayıp, bulamaz mıydık?
Öyle yapsaydık, fileleri havalandırıp, reklam panolarının üzerinden ağır çekim atlayıp, gidip eski açığın tellerine tırmanamazdık. Uzgörü, soğukkanlılık, kısıtlı kaynakların etkin kullanımı, öngörülebilirlik, akılcılık deyince onun tribün ekmeği yenemiyor. Ha, yok amaç UMH’nin İçişleri Bakanı Fethi Başağa üzerinden Suriye’de ve Mısır’da zorlansa da iktidara getirilemeyen, iktidara getirilse de Mursi, koltuğunda tutulamayan Müslüman Kardeşler’i Libya’da dümene geçirmekse o zaman Davutoğlu’na neden yol verildi, bitsin gayrı bu ayrılık çağrılsın yeniden göreve! Libya’da siyasal çözüm üç parçalı olacaksa Trablusgarp-Barka-Fizan (firenkçesiyle “Tripolitania-Cyrenaica- Fezzan”), Irak’ı Suriye’yi, Kıbrıs’ı kaç parçalı yapayım abime? Az Suvakin adası bırakıyorum, üzerine Mogadişu’da muazzam üs vereceğim.
Oyunu bozuyoruz. Kuşatmayı yarıyoruz. Kafamız hep, “atalım ceketleri, çıkalım dışarı, aslanlar gibi kapışalım” kafası. O eski “şerefli beraberliklerle” yetinen Türkiye yok artık, ver mehteri. Ama şunu unutuyoruz malûm “büyük maçlarda sakin kalan kazanır”. Üstelik oyunu biz kurabiliyor muyuz? Oyun kurmaktan anlaşılan Bayrampaşa gömeyim topa, doldurt-boşalt ise belki. Yok üçgenler, total futbol vs ise hepimize bay bay. Irak’ta muhatap Bağdat, Erbil’i Bahçeli’nin meclisteki (sahi ya bir ara meclis vardı, vakitsiz rahmetli oldu) HDP’yi “flu” görmesi gibi bulanık görüyoruz. Suriye’de dilimizde ebedi toprak bütünlüğü türküsü, uygulamada “KKTC çıkarır mıyım?” düşü. En doğrusunu Sayın Adana Belediye Başkanı Zeydan Karalar söylemiş: (“Sarı Fırtına” lakaplı Metin Tekin’e benzetildiğini anımsatarak) “Özellikle çok hızlı ve fuleli oluşumu benzetirlerdi. Elbette Metin değildik, olsaydık zaten Beşiktaş’ta oynardık.”. Aynen böyle, uzaktan naçizane çok beğenerek takip ettiğim Sayın Karalar’a katılıyorum. Elbette.