Dişi Gotik ve veba

Shelley için roman yazmak kendi hikayesini yazmaktır, hatırlamaktır. Hatırlayarak ve yazarak kendini iyileştirmek, matemi yenmek, yaşama arzusunu canlı tutmaktır. Belki de erkek edebiyatçıların göremediği, küçümsediği, dışladığı şey budur: Anlatmak sağaltır.

Sinan Birdal sbirdal@gazeteduvar.com.tr

“Hayatı terk edelim ki yaşayalım”

Mary Wollstonecraft Shelley’nin 1826’da yayımlanan Son Adam adlı romanı 18'inci yüzyılın veba romanlarından birçok açıdan ayrışır. İlk bakışta bu roman da Daniel Defoe ve Charles Brockden Brown’ın romanları gibi bir anı defteridir. Ancak Shelley bu türe iki önemli yenilik getirir: Anı defteri geleceğe aittir ve yazıldığı tarihten üç yüzyıl önce bir mağarada keşfedilmiş, yazar tarafından çevrilmiştir. Shelley bu anlatıda tercüman rolündedir. Roman kronolojik akışı ters yüz eden anlatısıyla yepyeni bir türe öncülük etmektedir: Bilimkurgu.

Bugünden bakınca çığır açan bir edebiyatçı olan Shelley tarihte çığır açan birçok kadın gibi hak ettiği ilgiyi görmemiştir. Yayımlandığı yıl Fransızcaya çevrilen, 1833’te Amerika’da bir baskısı yapılan roman eleştirmenler tarafından beğenilmemiş, ikinci baskısı ancak 1965’te yapılmıştır. 1818’de yayımlanan Frankenstein, ya da Modern Prometheus adlı romanı eşi Percy Bysshe Shelley’nin şiirlerinden çok daha popüler olmasına rağmen, bu romanı da kötü yazılmış bir çocuk kitabı muamelesi görmüştür. (1) Yazarın edebiyat tarihçileri ve eleştirmenler arasında ciddiye alınması için ancak feminist hareketin entelektüel tartışmalara müdahale ettiği 1970'leri beklemek gerekir. 1973’te Ellen Moers The New York Review of Books dergisine yazdığı Frankenstein makalesiyle Shelley’nin edebiyat kanonundaki yerini değiştirecek bir hamle yapar, 1976’daki kitabında da bu romanı “Dişi Gotik” olarak tanımlar.

ERKEKSÖKÜM 

Yale Üniversitesi’nden Barbara Johnson’ın çalışmaları kanonun yeniden tanımlanmasında büyük bir katkı sunar. Johnson, 1969 yılına kadar kadınları lisans programlarına kabul etmeyen Yale’de 1976’da kurulan Kadın Çalışmaları Hazırlık Komitesi’ne katılır. 1978'de diğer meslektaşlarıyla beraber “Erkek ve Onun Kurguları: Anlatı ve Biçimler” başlıklı bir ders açar ve “Hayat Hikayeleri” alt başlığında Rousseau’nun İtiraflar’ını analiz etmeye başlar. Bu sırada Yale Edebiyat Fakültesi’nin kıdemli hocası Harold Bloom aralarında Jacques Derrida’nın da bulunduğu yazarlarla beraber Yapısöküm ve Eleştiri (Deconstruction and Criticism) adlı çalışmayı derler. Postmodern eleştirinin temel metinlerinden olan ve 1979’da yayımlanan bu kitapta ne bir kadın yazarın makalesi vardır, ne bir kadın edebiyatçıdan bahsedilir, ne de edebiyat tarihindeki bir kadın karakter analiz edilir. Modernizmin yapısını söken erkekler kadınları edebiyattan silmiştir.

Nitekim 1965’te Son Adam’la beraber yeniden basılan Frankenstein’a son söz yazan profesör Bloom’a göre bu romanın önemi Blake’in Urizen Kitabı, Shelley’nin Zincirlerinden Kurtulmuş Prometheus ve Byron’ın Manfred’indeki romantik birey mitolojisinin en canlı örneklerinden birini sunmasında yatar. Buna rağmen Frankenstein bu yazarların sofistikasyonu ve hayal gücü karmaşıklığına sahip değildir, anlatı ve karakter temsilinde beceriksizdir. Barbara Johnson bu erkek egemen eleştiri anlayışına karşı Shelley’yi odak alarak bir erkek anlatısı olarak edebiyatın çözümlemesine girişir.

BİR CANAVAR OLARAK KADIN

Shelley’nin romanının başlığı neden Son Kadın değil de Son Adam’dır? Hayat hikayeleri üzerine verdiği derslerinde Johnson, Rousseau’nun İtiraflar’ıyla Shelley’nin Frankenstein’ını karşılaştırarak okumaya başlar: Erkeğin insanı temsil ettiği, ancak erkek hikayelerinin insana dair bilgiler içerdiğini varsayan (Rousseau) bir yazı kültüründe, kadınla canavar arasında yakın bir ilişki vardır. 1979’daki makalelerinde Sandra Gilbert ve Susan Gubar da aynı bağlantıyı kurar: Erkek olarak yaratılmasına rağmen Frankenstein’daki canavar isimsizliği ve biçimsizliğiyle gizli bir kadındır. Nitekim hakim edebi formlar içinde erkekler için yazılmamış bir kadın hikayesi ancak bir ucubenin, bir canavarın hikayesi olabilir. Bu sorun en bariz biçimde kadın otobiyografisinde ortaya çıkar. İnsan hikayelerinin erkeği model aldığı bir edebiyatta kadın bireyselliği ancak insani olmayan bir ucubelik biçiminde görünür olabilir. Barbara Johnson 1980 yılında Son Adam (Le dernier homme) adlı makalesine bu sorunu irdelemek için Shelley’nin unutulmuş, yok sayılmış romanına döner.

SHELLEY'DE VEBA TAHAYYÜLÜ

Siyaset kuramından sosyolojiye, psikolojiye, jeolojiye, evrim teorisine, epidemiyolojiye, sanat ve edebiyat tarihine uzanan muazzam bir bilgi ve tecrübe birikiminin ürünü olan Son Adam’ı kısa bir yazıyla ele almak mümkün değil. Bloom’un aksine, Shelley’nin ne kadar çok yönlü, ne kadar girift bir hayal gücü ve ifade yeteneği olduğunu görebilmek için bu eseri birkaç yazıda ele alacağım ve veba tahayyülü meselesine odaklanacağım. Bu bağlamda karşılaştırmaya Shelley’nin çevresindeki 19'uncu yüzyılın erkek Romantikleriyle değil, 18'inci yüzyılın veba romanlarıyla başlamak daha uygun. Önceki yazılarımda Defoe ve Brown’ın romanlarında -Michel Foucault’nun modern iktidar teknikleri için merkezi bir önem atfettiği- “edebi veba tahayyülünün” izini sürmüştüm. Modern iktidarın 18'inci yüzyılda doğduğunu iddia etmesine rağmen düşünürün bu eserleri incelemediğini vurgulamıştım. Shelley’nin romanı da tıpkı Defoe ve Brown gibi Foucault’nun radarına girmiyor. Halbuki düşünür açısından erken 19'uncu yüzyıl, kamu sağlığı ve aşılamayı model alan yeni bir yönetim tekniğinin ortaya çıkması açısından önem taşıyor. Bu bağlamda vebaya maruz kalan toplumlardaki yönetim meselesini uzun uzun tartışan Son Adam zengin bir kaynak sunuyor.

ERKEK EDEBİYATA KARŞI WOLLSTONECRAFT SHELLEY

Shelley romanında Defoe ve Brown’un eserlerinin sınırlarını açıkça tartışmaktan çekinmiyor ve bu romanlardaki gerçeklik illüzyonunu doğrudan eleştiriyor:

“Daha önce vebadan ölmüş birini hiç görmemiştim. Herkesin aklı vebanın etkilerinin korkusuyla doluyken heyecan arzusu bizi De Foe’nun hikayesini ve Arthur Mervyn’in yazarının usta betimlemelerini okumaya itmişti. Bu kitaplarda tasvir edilen manzaralar o kadar canlıydı ki onların tarif ettiği sonuçları [sanki kendimiz] tecrübe eder gibi hissetmiştik. Ancak bu hisler, bu bahtsız yabancının cesedine bakarken hissettiğimin yanında -tüm yakıcılıkları ve binlerce insanın ölümü ve ıstırabını anlatmalarına rağmen- kelimeler tarafından uyandırılmış soğuk duygulardı.”(2) Defoe ve Brown’ın aksine tarihte meydana gelmiş bir vebayı değil de gelecekte vuku bulacak bir vebayı anlatan Shelley’nin bu eleştirisini nasıl yorumlamalı?

TESELLİ OLARAK ROMAN

Yazar bu sorunun cevabını kitabın 19'uncu bölümünde veriyor. Burada anlatıcı uzun bir aradan sonra anlatısına devam etmeye karar verdiğini ve o bölüme kadar benimsediği üsluptan daha farklı bir yöntem takip edeceğini açıklıyor:

“Okuyucu ölümün teselli olduğu veba hastanelerini, ceset arabasının matem dolu geçişini, değersizlerin duyarsızlıklarını, seven kalbin ıstırabını, yürek parçalayan feryatları, uğursuz sessizliği, hastalık, terk edilmişlik, açlık, ümitsizlik ve ölümün çeşitlerini mi dinlemek istiyor? Böyle şeylere duyulan iştahı doyuracak bir sürü kitap var; [bu okurlar] Boccaccio’nun, Defoe’nun, Brown’nun hikayelerine başvursun.” (3)

Bu paragrafta bütün bir veba edebiyatı kanonuna meydan okuyan Shelley, vebaya dair korkunç hikayelerle okuyucunun ilgisini çekmek niyetinde değildir. Defoe ve Brown’dan farklı olarak Shelley’nin romanı, Antik Atina’da tiyatro ve Ortaçağ’dan Barok’a Avrupa resim sanatına benzer bir rolü üstlenir: Sağaltma; en başta da kendini sağaltma. Shelley 1814-1819 arasında üç çocuğunu gömmüş, eşi şair Percy Bysshe Shelley’yi bir deniz kazasında, yakın dostu Lord Byron’u da 1824 Yunan bağımsızlık ayaklanmasında kaybetmiştir.(4) Günlüğünde kendisini romanının kahramanıyla karşılaştırır: “Son Adam! Evet bu yalnız varlığın duygularını çok iyi tarif edebilirim: Ben kendim aziz bir neslin son kalıntısıyım, bütün yoldaşlarım benden önce yok oldular” (5) Shelley için roman yazmak kendi hikayesini yazmaktır, hatırlamaktır. Hatırlayarak ve yazarak kendini iyileştirmek, matemi yenmek, yaşama arzusunu canlı tutmaktır. Belki de erkek edebiyatçıların göremediği, küçümsediği, dışladığı şey budur: Anlatmak sağaltır.

(1) Buradaki tartışma için bkz.: Mary Wilson Carpenter, “Introduction”, A Life With Mary Shelley içinde, Barbara Johnson, Stanford, Stanford University Press, 2014, s. xv-xxv.

(2) Mary Wollstonecraft Shelley, The Last Man, Anne McWhir (Ed), Oxford, Oxford University Press, 1996, s.203.

(3) Wollstonecraft Shelley, The Last Man, s.209.

(4) Melissa Bailes, “The Psychologization of Geological Catastrophe in Mary Shelley’s The Last Man”, ELH, Cilt 82, Sayı 2, Yaz 2015, s.673.

(5) Clayton Carlyle Tarr, “Infectious Fiction: Plague and the Novelist in Arthur Mervyn and the Last Man”, Studies in the Novel, Cilt 47, Sayı 2, Yaz 2015, s.145.

Tüm yazılarını göster