Bugünden bakınca biraz hayal gibi geliyor bazı karşılaşmalar. Keşke günlük tutsaymışım bir ömür, böyle bir alışkanlığım olsaymış. Özellikle hafızası berbat biri için gerekliymiş aslında, sonradan fark ettim! Gerçi insan ne kadar dürüst tutabilir o günlüğü bilemiyorum. Ya da günlük tutmak için dürüstçe yazmak gerekir mi, emin değilim! Gerekmiyorsa, ileride neyi nasıl hatırlamak istiyorsa öyle mi yazıyor acep insanlar? Yok hayır, şu saatte şu oldu, bugün filanca geldi, notlarından söz etmiyorum. Örneğin, o gün her neye sevindik ya da kızdıysak, hissettiğimizi yazabilir miyiz olduğu gibi? Göçüp gittikten sonra ola ki birileri alır okursa! Bir de öyle bir kültür ki, ‘En kötü huyum çok iyi kalpli olmam,’ demeye azmetmiş, kendisinde yaşamı boyunca tatsız hiçbir nitelik bulamamış milyonlarca insan. Eğer günlük tutsaydım, muhtemelen bazı şeylerin doğrusunu yazmazdım. Her şeyi olduğu gibi hatırlamak istemezdim yıllar sonrasında. Herhalde böyle olurdu...
Fakat bugün anlatacağım bir iki hikâyeyi, nasıl oldularsa öyle hatırlamanın sakıncası yok!
Çalıştığım türde mekânların garsonlarının yaşamında ‘parti’ mefhumu vardı. Her birinde sık aralıklarla çeşitli davetler, bir kısmı hakikaten çılgın sıfatıyla anılabilecek partiler yapılıyordu ve biz penguen kılıklılar hepsinde aynı roldeydik! Örneğin ilk Fransız lokantasında bir ‘cenaze sonrası kokteyli’ hatırlıyorum. Benim açımdan epey şaşırtıcıydı, bambaşka bir kültürün yasına tanık olmak. Birbirinden şık ve tahmin edilebileceği gibi koyu renk giyinmiş insanlar, üzgün ama taşkın olmayan bir sükunet içinde, yediler içtiler, konuşmalar yaptılar ve dağıldılar. Nikah sonrası eğlencelerini anlatmaya gerek yok sanırım. Tanıdık şeyler. Mutlaka konuşma yapılıyordu. Gerçi şimdi Türkiye’de de yayılmaya başladı bu konuşma işi, özellikle şirketler organize ettiğinde gelin ve damadın yakınlarına yaptırıyorlar. Londra’da hiç istisnasını görmedim. Malum, güzel anılar, bir iki komiklik, kadeh kaldırma, vesaire... Garsonun o anki işlevi, durup beklemek, gürültü yapmamak! İş yemeklerinin, özel şirket partilerinin ise tadı tuzu olmuyordu pek. Her şeyden önce çok içiyorlardı ve İngiliz’in sarhoşluğu çekilecek çile değildi hakikaten. Şirket yemeklerini ve ikinci kadehten sonra bas bas bağırarak konuşmaya başlayan beyaz yakalı arkadaşları pek iyi hatırlamıyorum.
Demiştim, son lokantam çok şöhretli bir Türk lokantasıydı. Haliyle, o nispette tanınmış (ya da daha sonra tanınacak) müşterileri oluyordu. Tanınmış iş adamları, medya patronları, onların İngiltere’de okuyan çocukları, müzisyenler, sonrasında siyasette adını duyacağımız adamlar... O adamlardan biri, arada bir Londra’da yaşayan Türk öğrencileri ve yabancı arkadaşlarını toplayarak yemeğe geliyordu. Lüzumundan fazla sosyal ve aynı ölçüde şakacı bir tipti! Başka yerlerde de karşılaşıyorduk. Bir gün o şakacıyı, TBMM kürsüsünde AKP milletvekili olarak yemin ederken gördüm. Yıllar sonra da ‘bakan’ yaptılar... İnsan bazen gerçekten hayret ediyor! Tahmin edebileceğiniz gibi, bu sevimsizlerin hiçbiri garsonlara doğru dürüst teşekkür etmezdi. O lokantaya gelen Türkiyeli müşterilerin kahir ekseriyetinin ayırt edici bir niteliğiydi bu. Teşekkür etmemek! Biraz olsun eşitlikçi bir ilişki kurmaya yanaşmamak.
Fakat hepsi bir yana ‘kaba sabalığın’ zirvesi, had safhada şöhretli bir kadın ses sanatçımız geldiğinde yaşanmıştı. Bugün dahi hayretle hatırlıyorum. Hafta içi bir akşam, saat 23.00 suları. İş bitmiş, ortalığı derleyip toplayıp yorgun argın evinize gideceksiniz. Aşçılar mutfaktan çıkıyor. Tam o esnada kapıdan, memleketin en tanınan kadın şarkıcılarından biri ve siyah kıyafetleri içinde saz arkadaşları girdi. Gerçek üstü bir film sahnesi gibiydi. Patrona haber verilmiş, o da koşa koşa geldi gece vakti. Şarkıcı ve siyahlar içindeki saz arkadaşlarını (şaka yapmıyorum, hakikaten manzara buydu!) üst kata buyur ettim, mutfak yeniden açıldı. İstedikleri yemekler aceleyle yapıldı ve bir saat kadar kalıp ayrıldılar. Doğru tahmin ettiniz, evet, teşekkür etmediler çalışanlara! Her şey yeniden temizlendi ve iki üç saat daha yorulduğumuzla kaldık. Neden bir şükran emaresi dahi göstermediklerini anlamak mümkün değildi. Buralarda, içselleştirilmiş bir kaba sabalık söz konusu sanki...
Böyle can sıkıcı ve bir yandan da matrak çok şey geliyor insanın başına garsonlukta. Tanık olduğum bir ‘iş yemeğini’ mutlaka anlatmalıyım. Trajikomik bir ‘yerli’ hatırası olduğu ve hemen tüm ‘milli’ değerlerimizi ifade ettiği için. Ardından başlığa gelirim...
Yine aynı lokanta. Bu kez TC Büyükelçiliği, tüm personeline bir yemek veriyor. Londra’da başka bir lokanta kalmadığı, hepsine kıran girdiği için, etkinlik bizim lokantada olacak! Yine üst kat ve yine kontrol bende! Yemekte büyükelçi mi vardı, yoksa ‘ikinci’ mi gelmişti, hatırlamıyorum. Malumunuz, diplomatların çok aşina olduğu bir terimdir ‘ikinci.’ Birinci, büyükelçi! O da büyükelçi değil, ‘beyefendi.’ Beyefendi aşağı, beyefendi yukarı. ‘Hanımefendinin’ kocası. İsim vermezler, büyük günahı var! Neyse konu bu değil şimdi...
Akşam oldu, herkes geldi. ‘U’ masa yapıldı, bütün salonu kaplayacak şeklide. Çalışanlar, çoluk çocukları; çok kalabalıklar. Elli altmış Türk bir masada oturuyorsa, bunun bazı kaçınılmaz sonuçları olur garsonlar için. Bir, talep hiç bitmeyecek ve gece boyu iki kat aşağıdaki mutfağa onlarca kez inmek zorunda kalacaksınız. İki, taleplerin içeriği kestirilemez. Bu, ‘Acılı ezmeyi daha acı yapmak mümkün değil mi?’ olabileceği gibi, ‘Yarım su bardağı ılık su’ da olabilir. Dolayısıyla zihin açık, sinirler sağlam olmalı. Üç, orada altmış kişi varsa, en az elli küllük olmalı ve o küllükler her on beş dakikada bir değiştirilmeli. Çünkü iyi bir lokantada küllükte üçüncü izmarit olmaz. Kabus gibi. Dört, hemen hiç kimse size teşekkür etmeyecek! Ezcümle, böyle akşamlar başlı başına bir mukavemet testidir garson açısından.
Misafirler geldi. Ha bu arada, müşteriye misafir diyeceksiniz! Sonra da misafirden hesap tahsil edeceksiniz. Ne ayıp! Yenildi içildi, biri konuşma yaptı ve saat artık gece yarısına yaklaşıyor. O saatin yorgunluğunu, taban ağrısını anlatması çok güç. ‘Misafirlerin’ bir kısmı ayrıldı ama kalanı ayrılmaya niyetli değil. Yorgunluktan sağa sola bakmaya zorlanıyorsunuz artık, amma velakin masaların yanında yavaşça yürüyeceksiniz, ‘misafiriniz’ el kaldırdığında göreceksiniz, size seslenmek zorunda kalmayacak. Zaten seslenmelerini hiç istemiyorsunuz çünkü genellikle ‘arkadaşım’ şeklinde hitap ediyorlar. Oysa onlarla arkadaş değilsiniz, olmayı düşünmüyorsunuz. Yalnızca garsonsunuz ve daha ileri bir ilişki hayaliniz yok. Salondaki herkes bir ‘numaradan’ ibaret sizin için. 12’ye küllük gelecek, 18 iki kahve istedi... Yorgun argın gezinirken, birilerinin hanımları olduğunu tahmin ettiğim masadaki bir diyaloğu işittim. Kadınlardan biri diğerine, “Bunlar da bu saat oldu çalışıyor, yazık” dedi. ‘Bunlar’ dediği biziz, tahmin edersiniz! Bilezikleriyle dikkat çeken diğeri, hâlâ unutamadığım ve toplumsal/siyasal kültürümüzün hücrelerinden kopup gelen şahane bir karşılık verdi: “Neden üzüleceksin, kafalarını kullanıp okusalardı da burada bu saatte çalışmasalardı.” Harika... Bu arada, o saatte servis yapan iki garson ve dört beş kominin tamamı üniversite mezunuydu! Bir süre sonra kalkıp gittiler. Ne tuhaf değil mi! Küçük görme eğiliminin, hödüklüğün başlıca alameti farikalarından oluşu. Şimdi ne yapıyorlar acaba? Herhalde emekli olmuştur beyleri. Daha doğrusu, emekli olmuşlardır! Malum, memur hanımları, her ne yapılıyorsa ‘toplu’ yapar. ‘Tayinleri’ çıkar, ‘emeklilikleri’ gelir. Bilezikler duruyor mudur ki...
Başlığa geleyim.
Çok eğlenceli bir rastlantıydı. Büyükelçilikte bir resepsiyon olacakmış. Bizim lokantadan bolca yemek/atıştırmalık ve iki garson istemişler. Büyük bir etkinlik demek ki ve belli ki büyükelçiliğin çalışanları yetmeyecek. Bir araç dolusu yemekle yola çıktık. Şu güzel ve geleneksel siyah taksi içinde, yemekler, iki garson. Çok güzel bir binaydı. Ama şunu da söyleyeyim, o gittiğimiz bina büyükelçilik miydi, yoksa büyükelçinin rezidansı mıydı, hatırlamıyorum şu anda. Yalnızca güzelliği kalmış aklımda. Hemen mutfağa yönlendirildik. Hakikaten etkileyici bir mekân ve aşçısı vardı. Rahmetli Başar Sabuncu’nun Zengin Mutfağı adlı filmini (Vasıf Öngören’in eserinden) ve başroldeki Şener Şen’in performansını düşünün; işte öyle bir mutfak atmosferi. Aşçı, bir yandan bizim getirdiklerimizi ısıtıp tabaklara diziyor, diğer yandan dedikodu yapıyordu, harika bir adamdı. Ellerimizde küçük tepsilerle salona çıkıp iki saat kadar ortalıkta dolaştık. Resepsiyon, o esnada Dışişleri Bakanı olan şöhretli siyasetçi için verilmiş. Adlarını hatırlamadığım başka siyasetçiler de vardı. Giderek artan bir yorgunlukla dolaşırken bir ara Bakan, nezaketten olsa gerek bizimle ilgilenme ihtiyacı hissetti ve orada ne yaptığımızı sorup Mülkiyeli olduğumu öğrenince hem çok şaşırdı hem mutlu oldu. Bir Mülkiyeli garson, diğer Mülkiyeli Dışişleri Bakanı'na, penguen kıyafeti içinde sosis ikram ediyordu.
Çeyrek yüzyıl sonra, o da, ben de, işsiziz! Hayat işte...