“En hüzünlü kitaplardan bile daha hüzünlü hayatlar vardır.”
Agota Kristof (Büyük Defter-Kanıt-Üçüncü Yalan)
Gündem akıl almaz derecede hızlı bir şekilde değiştiği için geçen hafta hepimizin sosyal medya üzerinden “dev duyarlılıklar” sergilediği konulara bu hafta yabancılaşabiliyoruz.
En hüzünlü şeye kanıksayarak bakıyoruz.
En yaralayıcı gündem maddelerine alıştıkça ruhumuz katılaşıyor, gaddarlaşıyoruz.
Muhtemelen bu haftaki duyarlılık menümüzün üst sıralarında yer alan konulara da önümüzdeki hafta hissiz kalacağız.
Alakart farkındalıklarımızın ömrü ne yazık ki en fazla bir haftayla sınırlı.
Geçen haftanın konusu, 29 Ekim töreninde disleksi tanısı konan bir çocuğun grubun dışında tutulması idi. Konu halen farklı boyutlarıyla incelendiği için dışarıdan bir yargıda bulunmak doğru olmasa da, bu vesileyle disleksinin ne olduğu, eğitimde disleksik bireylere nasıl davranılması gerektiği, çocuk haklarının neyi gerektirdiği gibi konularda küçük çaplı da olsa bir tartışma ortamı doğdu, ama bu duyarlılık balonu hızlı bir şekilde de sönüverdi.
Şurası net ki ebeveynlerin de, eğitimcilerin de disleksi tanısı konan bir bireye veya çocuğumuzun sınıfındaki otizmli bir arkadaşına nasıl yaklaşılması gerektiğini öğrenmesi gerekiyor. Sınıfa otizmli bir öğrencinin alınmaması için imza toplayan velilerin çoğunlukta olduğu bir ortamda, disleksik bireylere “en hüzünlü kitaplardan bile daha hüzünlü bir hayatı uygun gören” ana akım zihniyete uyan herkesin klavye üzerinden duyarlılık sergileme yarışına girmeden önce samimi bir öz-eleştiri yapması şart.
Seneca’nın çok sevdiğim bir tespiti vardır: “Hani büyük bir insan izdihamı olduğunda, insanlar birbirini itekler ama kimse düşmez ve kimseyi kendisine çekemez, öndekiler arkadakileri yıkıma sürükler ya, işte bunu yaşamın her anında görmen mümkündür,” der Seneca ve devam eder: “Hiçbir insan kendi başına hata yapmaz; her insan aynı zamanda başkasının hatasının nedeni ve kaynağı olur.”
Disleksi farkındalığı göstermek ve başkalarının hatasının nedeni ve kaynağı olduğumuz bu sarmal döngüyü kırmak için adeta “kurulmuş bebek” gibi her yıl 8 Ekim gününü bekleyip turkuaz renkli giyinmenin dışında samimi ve yapıcı bir şeyler yapmak gerek.
Disleksi, zeka düzeyi normal ve hatta yüksek olan bireylerde de görülen, okuma ve yazma becerilerini etkileyen bir öğrenme güçlüğü. Yani bir hastalık değil, bir zeka problemi değil, bir engellilik hali hiç değil. Disleksi, yaşam boyu süren, ancak etkin bir destek ile yönetilebilen nöro-gelişimsel bir farklılık.
Disleksi tanısı konmuş bireyler, heceleri karıştırıp harfleri veya kelimeleri yanlış okuyabilirler, 1’den 5’e kadar saymada zorluk çekebilirler. Kimisi yazamaz, kimisi sesleri tanıyamaz, kimisi de tanıdığı sesleri yanlış yazar, onları bir araya getiremez, cümleler kuramaz. Ancak doğru ve kapsayıcı bir eğitim yöntemiyle başa çıkılabilen bir durum olan disleksi, kişinin başarı potansiyelini, sosyalleşmesini, kişisel becerilerini etkilemez.
Örneğin Johns Hopkins Üniversitesi’nden Carol W. Greider, "Kromozomların Telomerler ve Telomeraz Enzimi İle Nasıl Korundukları" konusundaki çalışmalarından dolayı 2009 yılı Nobel Tıp Ödülü’nü kazanan üç bilim insanından biri olan, disleksik bir birey. Kendisi de okul hayatında büyük zorluklar çektiğini itiraf ediyor. Ancak eğitim sürecinde elinde iki sihirli araç vardı: sebat ve yaratıcılık.
İlkokulda kelimeleri doğru telaffuz edemediği için telafi derslerine kalan, sınıf arkadaşlarından ayrı bir odada ders anlatıldığı için özgüveni zedelenen, kendisini akranları kadar zeki bulmayan, bilim insanı bir anne ve babanın çocuğunun ileride Nobel ödülünü kazanacağını herhalde öğretmenleri tahmin edemezdi.
Ancak bu engellere takılmak yerine psikolojik sağlamlığını geliştirme yolunu seçti Carol ve sözcüklerin telaffuzunu ve yazılımını ezberlemeye başladı. Bu şekilde görsel belleği aracılığıyla “telafi becerileri” geliştirdi. Çünkü birçok disleksik birey, “kutunun dışında” düşünme yetisi sergiler, etkili şekilde sorun çözer, daha yaratıcıdır.
Ezber yeteneği sayesinde tarih ve biyolojide çok iyi olmasına rağmen klasik sınavlarda başarısız olduğu için not ortalaması düşük olunca, istediği on üniversiteden sadece ikisine kabul edilebildi. Üniversitede annesinin eski bir meslektaşı olan Beatrice Sweeney’in yönlendirmesiyle laboratuvarda çalışmaya başladı ve doğru eğitim teknikleriyle Nobel’e dek uzanan bir bilim insanı yolculuğunun startını verdi.
Disleksik bireylerin, başkalarının göremediği bağlantıları fark etmesi, kavramları farklı yöntemlerle açıklaması ve olguları resimler, şekiller ve hareketlerle düşünmesinin onları -doğru bir eğitim sürecinden geçtikleri taktirde- potansiyel olarak iyi birer bilim insanı, sanatçı ve mühendis haline getirdiği de biliniyor.
1903 yılında fizik dalında Nobel ödülü sahibi Pierre Curie’nin ve büyük dahi Leonardo da Vinci’nin de disleksik olduğundan şüphelenildiğini anımsamakta yarar var.
Disleksi tanısı konan çocukların eğitim sistemi içerisinde farklılaştırılmış yöntemlerle içlerindeki cevherin çıkarılması, bu bireylerin doğasının keşfedilmesi ve beyin gücü potansiyellerinin kendi psikososyal gelişimine uygun alanlarda geliştirilmesi şart.
Örneğin bu bireylerin okul etkinliklerine veya sosyal ortamlara dahil edilmemesi, dışlanması gibi bir çözüm asla kabul edilemez. Zira bu şekilde bir okul deneyimi, çocuğun duygusal olarak incinmesine, yalnızlaşmasına, özsaygısının zedelenmesine, duygusal dayanıklılığının zayıflamasına ve çoklu travmalara yol açabilir.
Bir etkinlikten dışlanan çocuk, “kabul görmediğini” düşünür; ötekiyle iletişim kurmakta çekimser hale gelebilir ve toplumsal bağları zayıflayabilir. Akranlarıyla olan kolektif bir etkinliğin dışına çıkarılan çocuğun okul motivasyonu da düşer; okula uyum sorunları baş gösterir.
İçinde yaşadığımız yaratıcılık ve inovasyon çağında, eğitimcilerin ve yöneticilerin yapması gereken, çocuğun duygusal ihtiyaçlarını farklı tekniklerle anlamada ve anlamlandırmada ona destek olmak, bu şekilde toplumsal uyumunu güçlendirecek faaliyetleri teşvik etmek, yapamadıklarına değil yapabildiklerine odaklanarak onu o becerileri üzerinden geliştirmek, çocuğun sosyal becerilerini geliştirecek ortamlar yaratmak, bu çocukların ayrıştırılmasını önleyici tedbirler almak için okul personelini ve eğitimcileri eğitmektir. Kısacası, okul ortamını, disleksik bireylerin becerileri ve ihtiyaçlarını dikkate alacak şekilde tasarlamak gerekiyor.
Bu açıdan, örneğin özel eğitim öğretmeni Vahap Işık’ın doğru eğitim yöntemleriyle hayatına ve geleceğine dokunduğu disleksik öğrencilerin sayısı oldukça fazla. Vahap öğretmen gibi eğitimcilerin de sayısının giderek arttığına inancım da yüksek.
Vahap öğretmen, “Dislektik - Özgül Öğrenme Güçlüğü (ÖÖG) konusunda yaşadıkları temel problemleri halledip akademik farkı kapatan öğrenciler, sosyal ve akademik olarak çok iyi yerlere gelebiliyor,” diyor. ÖÖG ile kast ettiği, çocuğun yeterli zekaya, motivasyona, duyu organlarına sahip olmasına rağmen yeni bilgiyi kolay kolay öğrenip kullanamaması. Bu öğrenme güçlüğüne gerek okuma ve yazmada, gerekse matematik becerilerinde, konuşmada, mantık yürütmede karşılaşılabilir.
Vahap öğretmen, disleksik öğrencilerine dair başarı öykülerinden söz etmesini istediğimde, “En büyük başarı, mutluluktur” yanıtını veriyor. Çünkü kendisine göre fark edilmeyen ya da doğru müdahale edilmeyen durumlar, hem öğretmende hem öğrencide çok ciddi mutsuzluğa sebep oluyor.
“Öğretmen, disleksik çocuğu anlamalıdır. Sadece anlamak da yetmez. Sosyal ve akademik olarak ona nasıl yaklaşması gerektiğine teorik olarak da hakim olmalıdır,” diyor.
Kendisi, her bir disleksik öğrencisini özel bir durum olarak ele alıp, çocuğa yönelik veriler ışığında kişiye özel programlar hazırlıyor ve çocuğa her açıdan “özelleştirilmiş” bir eğitim veriyor, çünkü her çocuk farklı olduğu gibi her disleksik çocuğun da psikososyal gelişim düzeyi farklı.
Ancak, Disleksi Derneği gibi sivil toplum kuruluşlarının ve özel eğitim kurumlarının kendi içindeki mesleki eğitim çabaları haricinde, eğitici eğitimleri bu alanda halen yetersiz. Hatta Vahap öğretmenin ifadesiyle, “disleksi konusunda fikri çok, bilgisi az bir toplumuz.”
Oysa örneğin Avrupa Komisyonu bu konuda sürekli projeler yürütüyor ve Avrupa Disleksi Birliği verilerine göre toplumun yüzde 8’inin disleksik olduğu Avrupa çapında çağdaş ve uyumlaştırılmış eğitim teknikleri tartışılıyor, çocuğun iyi olma halini ve öğrenme kalitesini artırmaya yönelik çabalara finansman sağlanıyor.
Bununla birlikte, disleksik öğrencilere yönelik olarak sosyal medyaya sık sık yansıyan görüntülerde tek suçlanması gereken taraf, öğretmenler değil elbette... Sistemin ta kendisinin sorgulanması gerekiyor. Vahap öğretmene göre, bu tür durumlarda öğretmenler “koca bir yanlışın dışa sızdırılmış hali.” Yani, genel bir özeleştiri yapmamız şart.
Örneğin öğretmenlere Milli Eğitim Bakanlığı tarafından bu konuda yeterince destek veriliyor mu? Özel eğitim alanında uzmanlaşma için ne kadar kaynak yaratılıyor?
Örneğin disleksik öğrencileri olan bir öğretmenin talep ettiği eğitim materyalleri veya meslek-içi eğitim fırsatları ne oranda kendisine sunuluyor?
Özel eğitim merkezleri bu konuda ne kadar etkin çalışıyor ve bu kurumlardaki eğitimin çağdaş standartlara uyumu nasıl izleniyor ve raporlanıyor?
Gerek özel eğitim uzmanı öğretmenlerin gerekse özel eğitim merkezlerinin disleksik çocukların bilişsel psikososyal gelişimleri üzerindeki etkisi nasıl bir takip mekanizmasıyla izlenip geliştiriliyor?
Disleksik çocukların okullarda etiketlenmesinin önüne geçen güçlü bir çocuk koruma programı uygulanıyor mu? Disleksi tanısı konmuş öğrenciler konusunda nasıl bir eğitim yolu izleneceği konusunda kaos doğduğunda ve aileler de sınıflarında bu öğrencileri istemediğinde okullar nasıl bir yol izliyor? Veya okula disleksik bir birey geldiğinde ona ve ailesine okul kapıları sonuna kadar açılıyor mu?
Hepimizin diline pelesenk olan ve her yıl 8 Ekim’de beylik sloganlara yansıyan “farklılıklara saygı” eylemlerimize nasıl yansıyor?
Bu ve daha nice soru gündeme getirilebilir ve hepsinin yanıtı aslında bir diğerine görünmez iplerle bağlıdır. Dolayısıyla, tek bir günah keçisi yok. Sistemin tümü sorgulanıp elden geçirilmeyi hak ediyor. Çünkü “masum değiliz, hiçbirimiz.”
Aristoteles’in “Retorik” isimli meşhur kitabı şöyle biter: “Ben söyledim, siz işittiniz, elinizde artık. Şimdi karar verin.”
Disleksik bireylerle dost bir eğitim sistemiyle ve bu sistemle uyumlu eğitimcilerle birlikte biz de geleceğin potansiyel Nobel ödülü sahibi bilim insanlarını yetiştirecek eğitim ortamları yaratabilecek miyiz, yoksa dışlayıcı, ayrıştırıcı ve yok sayan tektipçi eğitim modelleriyle bu bireyleri daha fazla kaybetmeye devam mı edeceğiz? Şimdi siz karar verin.
Kim bilir belki tünelin ucunda nice ıskalanmış Nobel ödülü vardır.