Diyaframdan yana sıkıntısız ses korkmayın diyor

Korkuta korkuta endorfin salgılamayacak hale gelen bir toplumu bu korku cenderesinden kurtarmak için diyaframdan yana sıkıntısı olmayan bir sese ihtiyaç var. Şimdi ufuklardan yükselen bir ses toplumu, “her şey çok güzel olacak!” diyerek çözüm ve umut vaadiyle korkuyu yenmeye çağırıyor. Korkmayın, konuşun diyor topluma her seslenişinde.

Abone ol

Hatice Özhan

Korku. Ne çok yaşıyor ve boğuşuyor olduk bu mefhumla ve ondan doğan sorunlarla. İçimizdeki mağaraya çekilişimizin sebebi belki de bundan olsa gerek. En ufak bir ışık huzmesinin bile girmesine tahammülümüzün olmadığı bu karanlık izbeliğe biri yanlışlıkla girmiş olsa yarasalarımızı başına üşüştürecek kadar gözü karayız. Herkesten ve her şeyden korktuğumuz kadar korkutuyoruz tüm herkesi ve her şeyi kendimizden. Bu yüzdendir ki insan trajedisinin üzerinde sahnelendiği karanlık dünya düzenindeki rolümüz düşük profilde, her anı kaygılı geçen birinin edilgen yaşantısını içermekte. Evrene can veren insan, tek başına sorumlu tutulabilir mi bu korku/nç yalıtılmışlıktan? Tüm çıkış yolları baskı ve zulmün cenderesinde kapatılan insan tek sorumlusu değildir haletiruhiyenin.

Hayatımızın her kesitinde, totaliter baskının yarattığı bunalımla baş başa bırakılışımız var ve H. Murakami’den ödünçle korku iklimiyle biçimlenen bu karanlık düzenin adı 1Q84 olarak kodlanırsa yeridir. 1Q84’ü yöneten korku mefhumunun tahakkümü altındayken üstlendiğimiz rollerimiz gerçek benliğimizi hayata geçirmemize izin vermediğinden, kimlik krizinin mütemadi mahkûmuyuzdur. Korkuyla yaratılan distopya hali hüküm sürmekte, varlığını distopyaya borçlu olan karanlık düzenin devamlılığı ise insanın, muktedire sonsuz itaatinin sağlanılması ile mümkün görülmekte. İnsanın bitmeyen trajedisinde muktedirin her dediği emir telaki edilir çünkü her emir, parçalanması atomdan da daha zor korkuyla sağlanılır. Emre itaatsizlik zor şeyse de bu, tarihte itaatsizlik örneklerinin görülmediği anlamına gelmez.

M. Bakunin'in Devlet’inde geçen ‘emre itaatsizlik’ örneği kimimizi için korkuya karşı feyiz alınacak bir başkaldırı örneğiyken, kimilerimiz içinse en büyük günah, günahın kutsallaştırılması anlamlarını taşır. Hâlbuki hayatları korku ve baskı tornasından geçirilen her insanın kendisine ana fikir alabileceği bir anekdottur bu itaatsizlik örneği. Tanrının kendisine secde etmeye zorladığı şeytanın emre itaatsizliğiyle bireyselliğini, özgürlüğünü öncelemesi günah korkusuyla ucubeleştirilerek dezenformasyona uğrayan tarihi bir realitedir. Korkutmaktan yılmayan bir tanrıya karşı, korkmadan karşı koyan bir şeytanın aforozunun kayıtlara düştüğü bir tarihi okumadan geçti insanlık. Dezenformasyona uğrayan bir tarih bilgisi ve okuması hem de. Tanrısının sonsuz itaat beklentisine, kendi Saikleri adına karşı çıkarak korkuya teslim olmayan şeytanın uğradığı en büyük cezanın meleklikten “ihracı” sanılır çoğunluğumuzca. Hâlbuki onun en büyük cezası, ciddi bir algı operasyonuyla biricik korku figürü haline dönüştürülüp bu figürün insanlarda kanıksattırılmasıdır.

Korkuya teslim olmayanların nihayetinde güç merkezlerince toplum nazarında korkunçlaştırılmaları sadece bahsini ettiğim mitolojik olayla sınırlı bir durum değildir. Yaşanılan hayatın içerisinde nüvelerinden bolca bulunan benzeri vakalar, toplumların bir kesiminde korkuya karşı direnme bilinci oluşturduğu gibi, bu mefhuma “bağlılıklarını” da ortaya koyan ezici bir kesimin de varlığını barındırır içinde. Korkuyu kabullenmek epey şık bir duygu olsa gerek çoğunlukça ki bu duygudan giyinip “şeytan taşlama” ayinlerinden feyiz alırlar. Çünkü kolaya ya da zora kaçan tercihlerimizin siyahıdır korku. Kimimiz için en sıcak renkken kimimiz içinse bize soğuk bir bunaltı veren renktir siyah. Ve nihayetinde korkunun her iki siyahını özenerek de olsa baştan savma da olsa alırız üstümüze. Zamanla bir kanıksama başlar ve sırtımızı dayadığımız en güvenli duvarlarımızın da siyaha bürünmüş korku duvarlarıyla yer değiştirdiğini görürüz. Korku keşke şeytani bir duygu olsaydı da biz esiri olsaydık bu duygunun. Ki belki de biz, başkaldırma hissinin damarlarımızdan beynimize doğru sakin sakin geçişiyle bir emre itaatsizlik gösterseydik.

Maalesef ne çok insan bu başka türlü mefhumun rehinesidir ve tüm rehineler gibi biz de ondan kendi çabamızla kurtulmak yerine dışarıdan bir güçle kurtarılmayı bekleriz. Bazenler bu alıkonulmanın sonu garabet bir aşkla da sonuçlanır. Anksiyeteye gönlünü kaptırmış bir insan güruhu korkuyu kendine maşuk edinmiştir. “Aşk” anlayışları daha güvenli bir alan içerisinde yetiştiğinden korkuyu galebe çalan bir grup rehine ise kurtulmayı başarabilmiştir. İki kesim arasında peyda olan tenkitkar ve tehditkâr bir ilişki, iki tarafın birbirlerini yaftalamaları şeklinde sürer gider. Kendilerine korkuyu maşuk edinenlerin adı “korkaktır”. Korkak yaftasını dile getirenler de kendilerini “cesur” ilan ederler. Şiddetli bir depremin ardından ikiye bölünmüş sert bir toprak parçasının üzerinde oluşan bu dikotomiyi kendilerine mevzi edinmiş korkaklarla cesurların birbirlerine gözleriyle mancınık misali fırlattıkları öfke ve nefret, düştüğü her yeri yangın yerine dönüştürmektedir. Bu yangın yerinden ateşi söndürerek kurtulmanın yolu, içimizdeki kafeste tutuklu korkuyu, salınmak için kanatlarını çırpan bir kuş misali dışarıya salmaktan geçiyor ancak; aksine kafesin içinde tutarak onu bu şekilde evcilleştirmekte ısrarcıyız. Nasıl ki herhangi bir uzvumuza duyduğumuz alışkanlık ve aşinalık ne düzeydeyse, korkularımızla korkunun kendisiyle kurduğumuz rabıta da bu seviyededir. Korku mefhumuyla insan arasındaki bu kopmaz bağ her muhayyilenin üstünde gibidir sanki. Çünkü korkuyla tanıştırılışımız ta zigottan beridir var. Bebekken kendi korku filmimizin kahramanları cinlerle perilerdi. Bakım sorumluluğumuzu üstlenen yetişkinlerin bizlere anlattıkları masallar, hikâyeler, tüm mitsel öğeler korku içerikliydi. Çocuk zihnimize bu anlatılarla kazınılan ilk emir olan itaat böylelikle korkutarak sağlanılmış olurdu. Bir gün gelince büyüyen o çocuğun hayattaki tek gladyatör faaliyeti muktedire itaat etmekten ibaret olacaktır pek tabi ki.

Korku, insanlarca tanrılarca her daim başımızda sallatılan Demokles'in kılıcıdır ve biz, etrafımızı çepeçevre kuşatarak ölene dek bizi bırakmayan tedirginliklerimizle, öfkelerimizle, bilumum tüm habis duygularımızla bu kılıcın artığıyız. Tanrı cennetten kovma tehdidiyle korkutur kulunu, baba ise evden kovma tehdidiyle oğlunu. Devletler polisi, copu, cezaevleriyle korkutur, bunlar da olmadı mı dayar sana bir medeni ölüm ki ölümlerden ölüm beğen hani.

Resmettiğim manzara aslında Orta/Doğu insanının trajedisidir. Çünkü bu coğrafyanın yönetim modeli aslında “korku”dur. Korku temelli siyasetleri ile rejimlerine ne isim bırakırlarsa bıraksınlar künyelerinde asıl olan “korku cumhuriyeti”dir. Korkuta korkuta endorfin salgılamayacak hale gelen bir toplumu bu korku cenderesinden kurtarmak için diyaframdan yana sıkıntısı olmayan bir sese ihtiyaç var. Şimdi ufuklardan yükselen bir ses toplumu, “her şey çok güzel olacak!” diyerek çözüm ve umut vaadiyle korkuyu yenmeye çağırıyor. Korkmayın, konuşun diyor topluma her seslenişinde. Hoş, serin ve bir o kadar da cesaret uyandırıcı bir seda gibi geldi bana bu ses. Ben dinliyorum bu sesi. Korkuyu bertaraf etmenin bir fırsatını barındırıyorsa eğer, neden peşinden gidilmesin ki bu sesin?

Sosyolog-Yazar