Diyalektiğin tam ortasında: Personas Kuartet
Utku Demirkaya ile beraber kurduğu “Uyumsuz Tiyatro”da kendi oyunlarını yönetmeye devam eden İlknur Güneş ile "Personas Kuartet" oyununu, ödeneksiz tiyatro yapmanın zorluklarını ve alternatif tiyatroyu konuştuk.
DUVAR - 2007 yılında Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Oyunculuk Bölümü’nden mezun olduktan sonra İstanbul Devlet Tiyatrosu, Sadri Alışık Tiyatrosu ve Tiyatro İstanbul, Studio oyuncuları olmak üzere birçok tiyatroda rol alan İlknur Güneş, bir yandan da 2008 yılında hocalık kariyerim başlar. Konuşma ve Oyunculuk hocası olarak birçok kurumda ders verir. Studio oyuncularında on yıl boyunca konuşma ve oyunculuk dersleri veren Güneş, aynı zamanda aktif olarak öğrenci projelerinde yönetmenlik ve soyutlama üzerine tasarımlar yapar. Yaklaşık yedi senedir de Craft oyunculuk atölyesinde konuşma hocalığı yapan Güneş, Kültür Üniversitesi’nde de iki senedir yönetmenlik yapar, yaratıcılık ve beden dili üzerine dersler verir.
Üç sezondur, aynı zamanda eşi de olan koreograf Utku Demirkaya ile beraber kurmuş olduğu “Uyumsuz Tiyatro”da kendi oyunlarını yönetmeye devam eden Güneş, 2018 yılında “Leonce ile Lena’nın Müzikli Güldürüsü” oyununu uyarlar ve yönetir. 2019 yılında yazıp yönettiği “Sesler” oyununu üçlemenin ilki olarak düşünen Güneş, bu oyunla “Üstün Akmen Tiyatro Ödülleri”nde yılın yazarı, yılın oyunu ve yılın sahne tasarımı dallarında aday olarak gösterilir, sahne tasarımı dalında ödül alır. Yine "Sesler" oyunu 2019’da “Ekin Yazın Dostları Tiyatro Ödülleri” tarafından yılın en iyi küçük salon oyunu ödülüne layık görülür.
Bu sezon ise üçlememin ikinci oyunu olan “Personas Kuartet” oyununu yazıp, yöneten Güneş’le alternatif tiyatro kavramını, ödeneksiz tiyatro yapmanın zorluklarını ve oyun üzerine konuştuk.
“Uyumsuz Tiyatro” isimli tiyatro grubu nasıl ortaya çıktı?
Aslında “Leonce ile Lena’nın Müzikli Güldürüsü” oyununu uyarlayıp yönetmeye başladıktan sonra kendi adımız altında oyun yapmaya karar verdik ve böylelikle başlamış oldu Uyumsuz Tiyatro serüveni… Aynı zamanda da genel olarak uyarlama ya da yeni yazımlar yaparken ben genelde absürt tiyatrodan, karşı gerçekçi akımlardan, post-dramatik yazımlardan ve Brecht’in biçiminden çok etkilendiğim ve ağırlıklı olarak soyutlamadan yararlandığım için Türkçedeki karşılığı uyumsuz olan absürt kelimesini kullanmak istedik. Çok da uygun oldu tiyatromuza.
Ödeneksiz tiyatro yaparken ne gibi zorluklarla karşılaşıyorsunuz?
Genel olarak sahne koşulları açısından zorlayıcı tabii ki. Sürekli başka sahnelerde oynamak ve oyun için uygun olabilecek sahneleri bulabilmek çok da kolay olmayabiliyor. Yapımcı olarak bütçe açısından zorlanmamak adına dekor, kostüm gibi seçimlerde hayallerimizi kısıtlamak zorunda kalıyoruz. Oldukça yaratıcı olmak zorunda kalıyoruz da diyebilirim. “Personas Kuartet” için benim çok sade seçimlerim oldu ve de oyunun dili açısından oldukça yeterliydi ama tabii ki hayallerim her sene aynı olmayacak… (gülüyor) Sesler oyunumuz dekoru ve hassasiyeti açısından gezici olamadı mesela, o yüzden de sahne anlamında kısıtlanmak zorunda kaldık. Bütün bunlar için ödenek gerekiyor. Çağrıldığımız bazı yurt dışı ve yurt içi festivallere, festivalden yeterli bütçe alamadığımız için gidemediğimiz de olmuştu. Destek tiyatro için her zaman gerekli maalesef, oldukça yorucu ve organizasyon gerektiren bir iş yapıyoruz.
Alternatif tiyatro kavramına nasıl bakıyorsunuz? Üretim biçiminizi ve oyunların içeriğini “alternatif” olarak mı görüyorsunuz?
1960’lardan beri aslında alternatif tiyatro kavramı Avrupa’da söz konusu, konvensiyonel oyunların ötesinde çeşitli mekânlarda, tiyatro sahnesi olmayan ya da klasik sahnelere benzemeyen alternatif mekânlarda, öyküsel olmayan, harekete dayalı ya da çağımız insanını ele alan, güncel konulara ve karakterlere gönderme yapan oyunlar bizde de geç de olsa ön plana çıkmaya başladı. Seyirci için de farklı bir şey izlemek adına ilginç alternatifler ortaya çıkmaya başladı. Bizim de oyunlarımız tabii ki alternatif olarak nitelendirilebilir çünkü ben öyküsel bir biçimde oyun yazmıyorum ve de konvensiyonel rejilere başvurmuyorum. Özellikle de seyirci için yabancı olabilecek biçimler ve soyutlamalar kullanıyorum oyunlarımda. Güncel konulara ve modern insanın sorunlarına çokça değiniyorum. Eski metinlerle göndermeler yapılabilse de, bana yaşadığım ve gözlemlediğim şu zamanda insan olma zorluğunu yeni bir metinle anlatmak daha değerli geliyor. Benim oyunlarımda kişilerin ya da karakterlerin problemlerini değil de yazarın görüşlerini ve yönetmen bakış açısına şahit oluyor seyirci ve kendinden bir şeyler bulabiliyor. Aslında bir fikri dinliyor ve gözlemliyor. Bu açıdan da düşüncesinde bana katılıyor ya da katılmıyor.
Bir tiyatro grubu, oynayacak bir sahne bulmak için, ne gibi zorluklarla karşılaşıyor? “Ev sahibi” olmamanın avantajları ve dezavantajları nelerdir?
Sahne bulma konusunda özellikle küçük sahnelerin çoğalması sayesinde daha fazla seçenek bulunmaya başlandı. Ama tabii ki de gezici olmak göçebe olmak demek. Dekorun taşınması, sahne koşullarına göre oyunun her sahneye uyumlanmaya çalışmak zor bir durum. Küçük sahneler seyirci ile iletişim konusunda daha samimi, o yüzden "Personas Kuartet" gibi bir oyun için çok elverişli olabiliyor fakat tabi ki de başka oyunlarda bu değişkenlik yorucu ve zahmetli olabiliyor ya da dediğim gibi hayalleri kısıtlamaya neden olabiliyor. Bir yandan da farklı seyirci kitleleri ile bizleri buluşturuyor. Oyunun reaksiyon yerleri ya da algılanma biçimi bile başka bakış açıları ile karşılaşıyor ve değişiklik gösteriyor.
İstanbul’da sergilenen oyun sayısı her geçen gün artarken, seyirci sayısı da artış göstermekte… Seyircinin ilgisinin tiyatroya doğru kaymasının nesnel sebepleri nelerdir?
Evet, tiyatro seyircisi değişik mekânlar ve farklı oyunlar çoğaldıkça ilgi göstermeye başladı bence. Televizyonu ve sinemayı da eskisi kadar ilginç bulmuyor olabilir seyirci çünkü farklı şeyler iyi geliyor insanlara. Bence iletişim kurmak açısından da bir oyun izledikten sonra bir yerde bir şey içmek insanların sohbetlerini ortaklaştırıyor ve farklılaştırıyor. Bir de canlı izlenen bir oyun insana her zaman daha fazla haz verir. Şimdiki zamanda seyirci oyuncunun heyecanına ortak olur. Bence farklı bir arayışa girildi o konuda, oyunlar arttıkça, alternatif mekânlar çoğaldıkça seyirci de sevdiği tarz oyunları aramak ve bulmakta zevk almaya başladı.
“Personas Kuartet” neyi anlatıyor?
“Personas Kuartet” modern dünyada bireylerin kendilerini, hayatı ve düzeni sorgulamalarını kadın bakış açısıyla anlatıyor. Farklı statüden ve farklı bakış açılarına sahip iki kadının tüm kadın ve erkekleri temsil eden sohbeti, çağımız insanın içine sıkışıp kaldığı toplumsal roller, statüler, ekonomik, ahlaki ve psikolojik kavramlar üzerine. İki kadın da sahnede sürekli kendilerini ifade etmeye kanıtlamaya ve sadece iyi yönlerini ortaya çıkarmaya çalışıyorlar. Bireylerin çağımızda iletişimsizliği, duygularını ifade edememeleri, kendilerini iyileştirme çabaları, yakınlaşma korkuları ve sadece gösterdikleri ya da onlardan beklenen bireyler gibi olmaya çalışmaları ön planda oyunda. Kadınların yanı başında bulunan idleri ise onların gerçekten ne hissettiklerini, ne düşündüklerini ve gerçek davranışlarını oynuyor ve modern insanın arketiplerini ve personalarını açığa çıkarıyor. Oyunda Eve ve Angela karakterleri sanki yüzyıllar sonra karşılaşmış gibi sohbet eden ilk kadın simgeleri. Bütün kadınları ve varoluştan beri süregelen alışkanlıkları simgeliyorlar. Kadınların iç seslerini oynayan "E" ve "A" modern çağda söyleyemediğimiz her şey… Artık insanların ilişkilerinde duygularını dizginlemesi ve bireylerin birbirinden korkar hale gelmesi üzerine kurulmuş bir misafircilik oyunu. Benim bakış açımdan toplumsal olarak bireyi ve kadını inceliyor, susan insanın içinde birikmiş insani duyguları tartışıyor. Kadınların hayata bakışı üzerinden mutsuz, yalnız insanı ve dönemin güncel konularını ve kavramlarını ele alıyorum. Oyunun rejisindeki stilize hareketler toplumsal jestlerin, klişe davranışların ve kendi olamayan, öğretilmiş davranışın esiri bireyleri simgeliyor. Özellikle kadın olmanın belli klişe pozlara sıkışmış halde en klişe davranışlarla hareket eden; güzel, düşünmeyen ve uyumlu yaratıklar diye kendileri ile dalga geçen kadınlar, aslında bize dayatılan kadın imajı üzerine bir eleştiri. Bireylerin statü farkları üzerinden kendilerini değerlendirmeleri ve kendilerini iyi ve eksiksiz gösterme çabaları da günümüzde bize dayatılan, internette, televizyonda ve reklamlardaki insan modeline bir gönderme. Sanırım artık olmamız istenen kişiler olmak adına dayatmalarla hepimiz el sıkıştık, bilginin ya da farklılığın değeri azaldı, sadece edinmek ve sahip olmak önemli hale geldi.
Soyut gerçeklik olarak niteleyebileceğimiz id olgusunu, sahnede somut bir imaja büründürmenin riskleri nelerdir? Herkesin zihninde farklı bir yanılsama olarak yer eden kavramı gerçeğe büründürürken nelere dikkat ettiniz?
Aslında oyunda psikolojiden ve psikolojik kavramlardan çok yararlandım fakat bir yandan da id, ego, süper ego gibi kavramları insanların hissetmesi ve bu bilinçle davranması aslında mümkün değil. Bizler sadece hissedebiliyoruz, bazen hissettiklerimizi tanımlayabiliyoruz bazen de tanımlayamıyoruz. Ayrıca seyircinin bu kavramlar hakkında bilgi sahibi olmak zorunda olmaması da tabi ki bir risk taşıyor ama oyunda bilmese de hissedebildiği kavramları güncel sorunlarla ilişkilendirdiğim için seyirci rahatlıkla idlerle empati kurabildi bence. Özellikle de artık her işin, her ilişkinin iletişimle yürüdüğü bir dünyada, bütün savaşlarımızı bile pasif agresif bir kibarlık içinde veriyoruz. Herkesin zihninde farklı yanılsama olsa da aslında zarar görmekten korkan, susan, sürekli pozitif olmak zorunda hisseden, kendilerini iyileştirmek adına saçma sapan yöntemlere başvuran ve eleştiri almaktan hiç hoşlanmayan karakterler seyirci ile hemen yakınlık kuruyor. Birbirlerine duygularını açamayan ve artık gerçek bir yakınlık kurmayan insan sayısı çok fazla. İçimden geleni söylemeye korktuğumuz bir çağda yaşıyoruz. Aslında birbirimizden korkuyoruz. Ortak gözlemlerden ve toplumsal konulardan yararlandığım için seyircide ortak bir algı oluşabildiğini düşünüyorum. Aynı anda, aynı şekilde hareket eden idler ve karakterler birbiri üzerinde hâkimiyet kurmaya çalışıyor ama hayata devam edebilmek için iç sesler baskılanıyor ve terbiye edilmeye çalışılıyor. Belki de seyircilerin her gün iş yaşamında yaşadıkları gibi! Idi'nin Eve karakterine söylediği gibi; “İnsanlara karşı sürekli uyumlu ve anlayışlı davranman beni delirtiyor! Gerçekten ne düşündüğünü söyleyecek cesaretin yok!”
Oyun, tek bir fotoğraf karesinin hikâyesini uyandırdı zihnimde. Her daim başka şeyler düşünen, duygularını açıkça dile getiremeyen, iki “zengin” insanın yanılsaması hali… Sanki kafalarının hemen üstünde birer bulut kümesi varmış gibi… Siz de oyun boyunca bu kareye sadık kalıyorsunuz sanki. Baktığımız yer hep aynı kalıyor. Fotoğrafı anın coşkunluğu, tiyatroyu duyguların akışı olarak yorumlarsak, ikisinin bu kare üzerinden ayrımlarını ve benzerliklerini nasıl açıklarsınız?
Aslına oyunda Angela karakteri zengin, eğitimli ama üretmeyen sadece tüketen ama kendini önemli ve hayatın içinde işe yarar hissetmeye çalışan, Eve karakteri ise fakir, eğitimli ama paraya ihtiyacı yokmuş gibi davranmaya çalışan, hep özendiği kişiler gibi olmaya çalışan bireyleri simgeliyor. Bilginin ve kültürün önemsizleştiğini, sadece ekonomik üstünlüğün ve iş bilgisinin kültürel bir değermiş gibi algılanmaya başlandığını ve toplumsal olarak sadece bize sunulanı arzuladığımızı simgeliyorlar aslında. Karakterler belli klişe jestler ve toplumsal tavırlarla davranıp o tavırların gerektirdiği replikleri söylüyorlar. Dediğiniz gibi hareketli bir fotoğraf kadarlar ve sonunda yavaş yavaş bu stilize hareket eden fotoğraf gerçek bedenlere yerini bırakıyor. Oyunda kadınını tanımlayan reklam ve manken pozları gibi abartılı seçimler de bu yüzden. Aslında kendilerini kısıtlayan insanların bedenleri açısından yönetmen olarak da en klişe insan davranışlarından ve toplumsal jestlerden yararlandım. Düşünceleri bile onlar gibi hareket ediyor arkalarında, idler karakterlere karşı çıktıkları zaman bile bozulmalara izin vermiyorlar. İki kadın ve idleri aslında sahnede bir makine gibi güvenli alanlarında güvenli hareketlerle yaşamaya çalışıyorlar. İki kadın da tabi ki birbirine benziyor çünkü aynı sorunları yaşıyor ve aynı şeyleri hissediyoruz hepimiz. Mesela, kadınlar kendilerini kocaları üzerinden tanımlıyorlar. Hayata karşı aynı sorunları yaşıyorlar, statüleri farklı olsa da, sanatçı olan Eve akıllı ve farklı görünmeye çalışıyor ama hayatın zorluklarından aklına akıllıca ve yaratıcı bir şey gelmiyor ya da evlenmeden önce yazar olabilecek Angela, sadece hava atmak için sanat nesneleri satın alıp, kendini iyi hissetmek için bağışlar yapıyor. Yine de aynı noktadalar, çünkü kendilerini berbat hissediyorlar ve kendilerine bile yararsız hale gelmişler. Bu yüzden bireylerin sorunları da yerinde sayıyor, değişmiyor. Oyunda Emine Bulut göndermesi de bu yüzden. Elimizden bir şey gelmiyor mu yoksa yeterince bir şey yapmıyor muyuz sorgulaması hepimizi için geçerli… Kocası tarafından bıçaklanan bir kadını elinden telefonu düşürmeden ya da telefonu fırlatıp yanına koşmadan çekip yayınlayabilen bireyler olduk maalesef. Çok acı...
Nerede, hangi günlerde oynuyorsunuz?
Oyunumuzun programı şu şekilde; 3 Şubat Bursa Nazım Hikmet Kültür Merkezi 20:30, 4 Şubat Koma Sahnesi 20:30, 13 şubat Kadıköy Emek Sahnesi 20:30, 16 şubat Pazar 19:00 Tiyatro Teras.