Benim aklımda Magazin Gazetecileri Derneği’nin ödül gecesinde
yeni albümünde Kürtçe şarkılara da yer vereceğini açıklayan Ahmet
Kaya’ya çatal fırlatmasıyla kalmış. Sonrasında ne yapıp ettiğini
pek bilmiyordum. Geçen gün bir facebook arkadaşımın paylaşımında
karşıma çıktı. Bu sefer Ahmet Kaya’nın yılın müzik yıldızı ödülünü
aldığı o linç gecesindeki halinden epeyce farklı; televizyonda
yayınlanan bir şarkı yarışmasının jüri koltuğundan sahneye fırlıyor
ve rakımsı şeylerden bir ‘potpori’ sunacağını söyleyerek başlıyor:
“Vi dont nid no edükeyşıııııığğğğn…” Serdar Ortaç, Pink Floyd’un
kült şarkısı “Another Brick in the Wall”u söylüyor. Tabii mevzubahis rakımsı bir potpuri
olduğundan, ardından eller havaya mekânların vazgeçilmezi “Buralara
yaz günü kar yağıyor canım” şarkısına geçiliyor. Ama öyle
hemencecik değil. Arayı bağlamak için önce seyirciden ellerini
havaya kaldırmasını istiyor: “Arkadaşlar, aç avuçları… Allahım bize
sağlık ver yarabbim, Allahım bize mutluluk ver yarabbim”… Seyirci
ve Çağla Şikel bir ağızdan cevap veriyor: “Amiiiiiin.” Ortaç devam
ediyor: “Buralara yaz günü kar yağıyor canım ölene kadar seni
bekleyemem….” Çağla Şikel oynuyor. Potpuri tam potpuri
anlayacağınız. Video birkaç yıl önce çekilmiş ama Ortaç’ta bir
saray sanatçılığı ışığı gördüğünü söyleyen Facebook arkadaşım gibi
bana da bugünlerde içine düştüğümüz potpuri halini
düşündürtüyor.
Her ne kadar TDK sözlük sevilen müzik eserlerinden seçilmiş
bölümlerin arka arkaya getirilmesiyle oluşan müzik parçası,
“karmaca” olarak açıklamayı yeğlemişse de, dilimize Fransızca’dan
geçen sözcük, kökenlerine baktığımızda “pot” yani “tencere, çanak”
ile bozuk, çürümüş anlamındaki “pourri”nin birleşiminden oluşuyor.
Nişanyan Sözlük “türlü yemeği, içinde her şey olan karışım“ olarak
açıklamayı yeğlemiş. Bana bugünü açıklamak için kullanışlı gelme
sebeplerinden biri, bir yandan Pink Floyd’un şarkısına eşlik
ederken önce dua edip sonra eller havada yapabilen bir kültürel
yozlaşma haline işaret etmesi. İkincisi ise, muhtemelen
yetiştirilme tarzımla ilgili bir sebep. Yine de tümüyle kişisel
olduğunu söyleyemeyeceğim. Sanırım benim kuşağımı yetiştirenler ve
benim kuşağımın yetiştirdiği öğrencilerin bir kısmı için de geçerli
bir şey: Olup biteni açıklama ve bir gerçekliğe tutunma
ihtiyacı.
Fakültedeyken bazen kalabalık, bazense daha tenha masalarda
meslektaşlarımla ve zaman zaman da hocalarımla birlikte yediğim
öğle yemekleri, aynı zamanda günlük koşturmacanın içinde güncel
politikayı, olup biteni, akıp geçeni, değişeni ve değişemeyeni
anlamaya çalıştığımız, tartıştığımız, bunların üzerine düşündüğümüz
soluklanma anlarıydı. Ağırlıklı olarak kompozisyonu siyaset
bilimciler ve iletişim bilimcilerden oluşan bu masalarda konuşup
tartıştıklarımızın rengi ve tonu da zaman içinde değişmeye
başlamıştı. Son zamanlarda ise olup biteni açıklamak, hele de
bundan sonra ne olacağına dair bir kestirimde bulunmak oldukça
zorlaşmıştı. Şimdi düşünüyorum da, en azından kendi adıma gerçeklik
arayışım, karmaşık, karanlık ve üstü örtülü olanı bile
açıklanabilir, anlaşılır kılma fikri üzerine inşa edilmişti.
Anlamaya çalışıyordum. Olup bitenler giderek daha anlaşılmaz,
açıklanamaz olsa da hâlâ bunu yapmaya çalışıp duruyorduk. Bir sürü
soru: “Neden?”; “Bunu neden yapmış olabilir?”; “Bunu neden böyle
söylemiş olabilir?” Oysa belki de Pink Floyd’un “Duvardaki başka
bir tuğla olmayacağız” sözleriyle sistemi hedefine alan müzikal
manifestosu, “The Wall”, Serdar Ortaç’ın diline düştüğünden beri
yapılması gereken hâlâ bir açıklama, olayların ardında bir neden ve
ağır aksak da olsa bir mantık silsilesi aramak yerine böyle
soruları sormanın bir anlamı olmadığını; tencereye doldurulan
malzemelerin çoktan kokuştuğunu, bozulduğunu kabul etmekti.
Aslında tenceredeki yemeğin zaten bozulmuş olduğunu kabul edip
de her olup bitene, “Aaa bu da mı oldu? Nasıl olabilir böyle bir
şey?” diyerek şaşırmaya son verince insan epeyce ferahlıyor. Mesela
CHP’nin sol kanadından olduğu düşünülen Selin Sayek Böke’nin de
aralarında bulunduğu CHP’li parlamenterlerin neden Avrupa Konseyi
Parlamenterler Meclisi’nin Türkiye’nin siyasi özgürlükler
konusundaki ihlallere son vermesini ve Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi’nden doğan yükümlülüklerini yerine getirmesini istediği
karara, “Bizim istediğimiz cümlelerle yazılmadı” gibi bir bahaneyle
red oyu kullandığını açıklamaya, anlamaya çalışmaktan vazgeçsek… Ya
da fiilen Adalet Bakanı yardımcılığı görevini üstlenen ve AKP
yönetiminde uzun yıllar görev almış eski bir AKP milletvekilinin en
azından kâğıt üzerinde, yani ele güne ayıp olmasın diye bağımsız
görünmesi gereken Anayasa Mahkemesi üyeliğine nasıl olup da
atandığını anlamaya çalışmaktan vazgeçsek. O da olmadı, yirmi
birinci yüzyılın başında, hâlâ Anayasasında laik olduğu yazan ve
yine ele güne karşı “seküler” olduğunu iddia eden bir ülkede, nasıl
olup da geçmişte meclis başkanlığı, ulaştırma bakanlığı, milli
eğitim bakanlığı, milli savunma bakanlığı da yapmış AKP’li bir
vekilin AKP’nin belediye başkan adayına oy vermenin “Ruz-i mahşerde
(kıyamet günü) beraat belgesi (kurtuluş) olacağını”
söyleyebildiğini, yani bir seçim vaadi olarak seçmenin ayaklarının
önüne cenneti serdiğini ve öyle ya da böyle bunun “inançlı” seçmen
nezdinde bir karşılık bulabileceğini düşündüğünü anlamaya
çalışmaktan vazgeçsek…
Yemek kokuşmuş. Yani murdar. Artık yenmez. Yenisini yapmak
lazım. Bak şimdiden bir ferahlık geldi üstüme. Zaten taze Rektör
Hatipoğlu da kendisi hakkında televizyon yıldızı filan diyenlerin
yakasına mahşer günü yapışacağını söylemiş… E bu da bir şey,
mahşere kadar vaktimiz var daha. O değil de, bence haftanın en
ferahlatıcı açıklaması yine Diyanet’ten geldi. Gençlere ücretsiz olarak
dağıttıkları bir kitapta çok doğru bir tespitte bulunmuşlar:
“Seküler alanlarda yüksek tahsil yapmanın dini inanç ve ibadetler
üzerinde olumsuz etki yaptığı tespit edilmiştir.” “Eğitim düzeyi
arttıkça dine mesafeli durma eğilimi artıyor.” İyisi mi biz yine
Serdar Ortaç’ın potpurisine dönelim: “Vi dont nid no
edükeyşııığğğn. Buralara yaz günü kar yağıyor canım….” Hadi
arkadaşlar, aç avuçları, eller havaya.