Diyanet Kobanê davasında neden sahneye çıktı?

Peki iktidar neden Diyanet'in davaya katılmasına ihtiyaç duydu? Somut delil bulamadığı için “manevi destek” arıyor olabilir. Büyük ihtimalle Kobanê davasının sonucu AYM kararını da şekillendirecek. Diyanet’in katılması sonrasında HDP’nin yerini almış olan Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi (YSP) üzerinde kurulacak baskıyı sürdürülebilir kılmak amacına yöneliktir.

Berrin Sönmez bsonmez@gazeteduvar.com.tr

Yazı konumla çok ilgili olmamakla birlikte Kobanê hakkında kısa bir ansiklopedik bilgiyle başlamak iyi olacak. Türkiye Suriye sınırında ve Suruç’un karşısında yer alan Kobanê Osmanlı hakimiyetinde Arap Pınarı (Ayn elArap) adını taşıyordu. Bu isimlendirme geçmişte Arap nüfusun çoğunlukta olduğunu düşündürüyor. Ancak günümüzde nüfus yapısı yüzde 90 Kürt, yüzde 5 Türkmen, yüzde 4 Arap, yüzde 1 Ermeni olarak kabul ediliyor. Şirket (kompani) kelimesinin yerleşik halk ağzında değiştirilmesinden geldiği düşünülen bir isim Kobanê. Türkçede Konstantinople İstanbul’a dönüştüğü gibi Kürtçede de kompani Kobanê’ye dönüşmüş görünüyor. Şirket kelimesinin yer ismine dönüşmesi de Hicaz Demiryolu ile ilişkili. Bu uzun demiryolu ağının 3 B ayağı, Boğaziçi, Bağdat, Basra kısmı Alman Deutsche Bank sermayesi ile kurulan şirket tarafından gerçekleştirilmişti. Hattın Arap Pınarı mevkiindeki istasyonu bölge halkının dünya ile bağlantısını sağlayarak yerleşik nüfus için bir cazibe merkezi oluşturunca şirket kelimesinin genişleyen bölgede halk arasında verilen isimle Kobanê’ye dönüştüğü düşünülüyor. Ancak bölgenin resmi ismi haline gelişi 2012 yılına rastlar. Suriye iç savaşında Kürt nüfusun çoğunlukta olduğu söylenen bölgelerde Kürt yönetimi kurulunca Arap Pınarı yerine orada yaşamakta olanların yaygın olarak kullandığı Kobanê/Kobani ismi resmileşti.

Kobanê davası, IŞİD adıyla bilinen -gerçi bizim yönetimin isim değiştirme hızına yetişemediğim için kendi bildiğim ilk isim- Irak Şam İslam Devleti açılımlı terör örgütünün vahşi saldırılarıyla ilişkili. Her terör örgütü gibi pek çok farklı kaynaktan beslenen IŞİD için ana kaynak olarak ihale, Saddam sonrası dağılan Irak ordusuna kalmıştı. Başta Ezidîler olmak üzere kadınları, kız çocuklarını köle pazarlarında cariye olarak satıp tecavüze izin vermişti. Pek çok kadın ve çocuğu da komutanlarına, militanlarına savaş ganimeti olarak dağıtmıştı. Oğlan çocuklarını ise zorla askeri eğitime tabi tutup çocuk asker olarak yetiştirmeye yönelmişti. Savaşan veya biat etmeyen yetişkinleri ya rehin alıp para karşılığında bırakmış ya da vahşice katletmişti. Kafa kesme, diri diri yakma yöntemleriyle öldüren bu eylemlerin videolarını dünyaya dağıtarak yarattığı korku iklimiyle büyüyen bir örgüttü IŞİD ve tüm bunları İslam dini adına yaptığı propagandasını yayıyordu dünyaya. Bugün dini değerler adına davaya katılmış olan Diyanet o gün ne yapıyordu? IŞİD’in söylem ve eylemleriyle mücadele için “dinin ana kaynaklarından doğru ve güncel bilgi ile” halkın hizmetinde ve yeni Selefilik adı altında işkenceyi din gibi sunan bu terör örgütünün karşısında arı-duru inancımızı savunuyor muydu? Ülkemizde ve dünya genelinde IŞİD söylem ve eylemlerinin gençler üzerinde etki gücüne sahip olmasını önlemek için harekete geçmiş miydi? Yoksa merdiven altı yapılanmalarla IŞİD zihniyetinin ülkemizde yuvalanmasına göz mü yummuş hatta çanak mı tutmuştu? Tabii ki bu sonuncusu geçerliydi. Yerden mantar biter gibi fışkıran yeni Selefilik akımı kitapçıları, dershaneleri, yurtları, evleri İçişleri Bakanlığı gibi Diyanetin yani toptan olarak iktidarın, Erdoğan’ın bilmediği işler değildi. Neyse bu kısma tekrar dönerim şimdi Diyanetin pek sevdiği tanımla Kobanê davası olarak bilinen bu siyasi yargılamaya yol açan olayların siyak ve sibakına (bağlamına ve etkilerine) bakalım.

2014 Eylül'ünde Kobanê’yi kuşatmaya başladığı andan itibaren Türkiye Kürtleri, sınırın öte yanındaki akrabalarına yardım için her yolu denemişti. Suriye iç savaşı ve Suriye’de bilek güreşine tutuşan büyük güçleri ve tabii ki Türkiye yöneticilerini IŞİD’i engellemeye çağırmak için her yolu denediler. Kobanê halkı vahşi kıyım tehdidi altındaydı. Bölgede yönetimi ele geçirmiş olan PYD/YPG güçleri IŞİD karşısında yetersiz görülmüş olacaktı ki hem Türk askerinin hem çok uluslu gücün müdahale etmesini sağlamak için Türk ve dünya kamuoyunu harekete geçirmeye çalıştılar. Irak, İran ve Türkiye Kürtleri, Suriye Kürtlerinin can ve mal güvenliği için çırpındı o günlerde. Türk yöneticiler duyarsız kaldı resmen. Oysa Türkiye için de büyük bir güvenlik tehdidiydi IŞİD, sınırımıza dayanmıştı. “Öfkeli gençler”i durdurmak yerine Süleyman Şah Türbesi'ni kaçırarak uluslararası anlaşmalarla sabit Türkiye toprağından vazgeçtiler. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk defa toprak kaybetti, o günün yöneticileri IŞİD’i durdurmak istemediği için. Oysa Suriye’deki çok uluslu gücün bir parçası olan Türkiye için bu dehşet verici insanlık suçlarını önlemek hem görevdi hem kolaydı. Kendi askerimizle saldırıyı önlemek yerine PKK gerillalarını güya örtülü biçimde sınırımızdan geçirip Kobanê’ye girmelerini sağladılar. O günlerde PKK’ye verilen asıl destek bu değil miydi ki şimdi HDP’li politikacılar terör desteği gerekçesiyle yargılanıyor. Kendileri somut olarak Türkiye toprağını terk ettiler ama HDP’li politikacıları muhayyel bölücülük iddiasıyla yargılıyorlar. Dünyanın pek çok ülkesinde yapılan protesto eylemleri ile kamuoyu oluşturma çabası, Türkiye şehirlerinde yapılınca bölücülük anlamı taşıyor olarak kabul edildi. Demokratik hakların kullanılması, demokrasi ve hukuk kriterleriyle gerçekleşecek şekilde izinli yürüyüşler yasaklandığı için yapılan eylemler şiddete dönüşünce de seçilmiş Kürt siyasetçiler, meşru siyasi parti olan HDP'liler suçlu sayıldı. Peki ne zaman suç olarak görüldü 6-8 Ekim 2014 olayları? Hemen olayların yaşandığı günlerde yargı harekete geçti mi? Hayır. Çünkü o günün iktidarı bir seçim daha kazanmasını sağlayacak Kürt karşıtlığı ile yetinmişti. O günün siyasi ihtiyacı karşılanmıştı, yeterliydi. Altı yıl sonra 2020’de açıldı Kobanê davası.

Olayların üzerinden altı yıl sonra açılıp yargının siyaset üzerinde sopa olarak kullanıldığı davalardan birisi oldu Kobanê. Altı yıl sonra açılıp yıllar içinde pek çok adliye değiştirmiş, defalarca dosyalarda ayırma ve ekleme işlemleri yapılmış bu siyasi davanın iddianamesi de 6 bin sayfa. Ankara Sincan Adliyesi 22’inci Ağır Ceza Mahkemesi'nde görülen dava önce Diyarbakır’da başlayıp sonra Malatya’ya taşınmıştı. 2 Ağustos tarihli duruşmada ilginç ve belki de siyasi tarihimizde ilk denilebilecek bir gelişme yaşandı. Diyanet İşleri Başkanlığı davaya kamu idaresi olma sıfatıyla katılma talebinde bulundu. 11 Mayıs tarihli dilekçesinden bizler salı günü duruşmada öğrendik. Esenyurt gibi bazı belediyeler de katılma talebinde bulunmuş “mahkemeye destek olma” amacıyla, fakat onların katılma talebi kabul görmemiş. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın katılma talebi kabul edildiği için şimdi artık bu ülke hukuksuzluk serisinde yeni bir aşamaya geçmiş sayılabilir.

IŞİD’in Kobanê’ye yönelik saldırıları üzerine 6-8 Ekim 2014’te gerçekleşen protestolar gerekçe gösterilerek Halkların Demokratik Partisi (HDP) eski Eş Genel Başkanları Figen Yüksekdağ ve Selahattin Demirtaş ile Merkez Yürütme Kurulu (MYK) üyelerinin de aralarında bulunduğu 18’i tutuklu 108 kişinin yargılandığı Kobanê Davası, Diyanet’in katılmasından nasıl etkilenecek, merak konusu. Yıllar sonra açılıp yıllardır süren davalarda somut delil eksikliği ve gizli tanık (yalancı şahit) bolluğu yetersiz kaldı ki bir türlü siyasetin ihtiyacına uygun sonuçlanamadı. Şimdi iktidarın en önemli propaganda aygıtı haline gelen Diyanet, Kobanê duruşmalarında sahne alınca duruşmaların seyrini ve kararı etkiler mi, şimdiden kestirmek güç. Ancak din-devlet ilişkisinin geldiği boyutun önemli bir göstergesi. Artık iktidarın ihtiyaç duyduğu anlarda yargı üzerindeki baskı gibi verilecek hukuksuz karara toplum nezdinde meşruiyet kazandırma fonksiyonu da yüklenmiş olarak Diyanet, siyasetin en kullanışlı aparatı oluyor demek mümkün.

Bu arada merak edenler olursa hemen söyleyeyim Diyanet’in katılma dilekçesinden hiçbir dini gerekçe yok diyebilirim. Yazmadan önce aynı merakla yana yakıla dilekçenin tam metnini görmek istedim. Bir gazeteci arkadaşımız gönderdi ve okuduğumda Diyanet’in görev tanımıyla uyumlu hiçbir katılma gerekçesi olmadığını gördüm. Sadece sorumluluğu Diyanet’e ait olan ibadet yerlerinin şiddet eylemlerinden zarar görmesinden söz ediliyor. Bu iddiada ise herhangi bir somut olgu belirtilmemiş. Hangi cami/mescitin, hangi tarihte ve ne tür bir zarar gördüğüne dair olgu iddiası geçmiyor dilekçede. Bu konuda sadece verilen zararın vatandaş nezdinde devleti itibarsızlaştırdığı ifadesi gerekçe gösterilmiş. Yaklaşık üç sayfalık dilekçede Diyanet Kanunu'ndan ihtiyaca binaen alıntı yapılmış. Dinin temel kaynaklarından doğru ve güncel bilgi aktarımına ilişkin yasal yükümlülüklerine atıf var. Oysa bu yasal görevi nedeniyle Diyanet asıl olarak Kobanê davasında HDP’li politikacılara ağır cezalar istemek yerine vaktinde IŞİD’in karşısına güçlü sağlam dini dayanaklarla çıkmalıydı. Bu nedenle yasal yükümlülük iddiasını ihtiyaca binaen kullanmış yorumunu yapıyorum. Bu politikacıların “dini değerlerimizi aşağılayan söylemleri” oluyormuş ki tek bir somut örnek verilmiyor dilekçede. Bunun dışında tüm yazılanlar ise sade suya tirit hükmünde, bölünme korkulu hamasetten ibaret.

Anlaşılan siyasi davalarda artık sıkça sahne alacak Diyanet İşleri. Ali Erbaş yönetimindeki Diyanet sanırsınız ki hukukun üstünlüğüne inanıyor. Katılma dilekçesinde hukukun üstünlüğüne değinilmiş çünkü. Ancak müftülükten atılan Mehmet Deniz hukuk yoluyla hakkını aramış. Mahkeme göreve iade kararı vermiş. Ali Erbaş başkanlığındaki Diyanet yargı kararını uygulamamış. Mehmet Deniz Anayasa Mahkemesine bireysel başvuruda bulunmuş ancak henüz sonuçlanmamış ve kim bilir nasıl bunalımlara sürüklenmiş. Mehmet Deniz intihar etti. Diyanet İşleri Başkanlığı Mehmet Deniz’i önce dini değerlere aykırı hayat tarzı ithamıyla görevden attı. Sonra hukuk hükmüne uymayarak Mehmet Deniz’i intihara sürükledi. Hem de aykırı bulduğu hayat tarzı ithamı nereden baksanız acıtıcı, incitici bir sudan sebep, insan hayatını söndürmüş. Bisiklet ve motosiklet kullanması, cübbe giymeyişi aykırı hayat tarzı olarak işten atılma bahanesi. Gerçek sebep şüphesiz Diyanet içindeki klik/çete savaşlarında mevcut yönetimin tarafında yer almayışıdır, buna şüphe yok. Ancak işe son verme gerekçesi olarak yazıya geçirilebilmiş olması bisiklet ve motor kullanmanın dini değerlere aykırı görülmesi gibi bir absürt yaklaşımın rağbet gördüğü anlamına geliyor. Hele cübbee… Sanırsınız ki cübbe Allah’ın emri, İslam’ın şartı… Oysa cübbe geçmiş dönemlerin erkek giyim modasına ait bir kıyafet parçasından ibaret. Ama işte bugünün o yeni Selefilik denilen akımı cübbeyi put edinmiş halde. Diyanet de selefiliği resmi din politikası haline getirmiş olmalı ki hem Mehmet Deniz’i işten atıp yargı kararına da uymayarak intihara sürükleme suçuna bahane etmiş hem de vaktiyle IŞİD söylem ve eylemleri karşısında gereken tutumu almamıştı. Allah rahmet etsin Mehmet Deniz’in eşi Emine Deniz, Ali Erbaş’a “bu işte parmağınız olduğunu inkar mı edeceksiniz?” sorusunu yöneltmiş. Ben de şöyle sorayım üstünüze vazife olan personelinizin haklarını koruma ve yargı kararını uygulama görevini yerine getirmediğiniz halde üstünüze vazife olmayan Kobanê davasında sahiden hukuki kaygılarla mı katılma talebinde bulundunuz?

Peki iktidar neden Diyanet'in davaya katılmasına ihtiyaç duydu? Somut delil bulamadığı için “manevi destek” arıyor olabilir. Yalnız haber verelim o dilekçede kesinlikle manevi bir ruh yok. Salt materyalist söylemlerle dolu popülist politikacı kaygısı hakim. Misal Diyanet yerine Merkez Bankası bir kamu idaresi sıfatıyla katılma talebinde bulunsa yine benzeri bir dilekçe metni okurduk. Fakat tabii ki iktidarın siyasi hesaplarına Diyanet kadar kullanışlı bir aparat olarak monte edilemezdi. Etnik ayrıştırmanın dinî ayrıştırma ile iç içe geçirilmesi girişimi olarak görülen Kürt siyasetini güya çoğulculaştırma politikası, iktidarın uzun yıllardır sürdürdüğü muhalefeti bölme taktiğinin bir diğer ayağı. Hüda Par ile bu taktik dindar Kürtler ile seküler Kürtler arasında da bir ayrıştırma harekatı olarak görüldü. Diyanet’in Kobanê davasına katılması iktidarın Kürtler arasındaki dindar-seküler ayrıştırmasını tahkim ederek HDP’nin Kürt siyasi hareketinin en güçlü temsilcisi olmasını engelleme politikasını tahkim etmeye hala çok ihtiyaç duyduğunu gösteriyor. Büyük ihtimalle Kobanê davasının sonucu AYM kararını da şekillendirecek. Diyanet’in katılması sonrasında HDP’nin yerini almış olan Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi (YSP) üzerinde kurulacak baskıyı sürdürülebilir kılmak amacına yöneliktir. İktidarın hedefi Kürt halkının seküler politikacılara ve partilere değil Hüda Par’a meyletmesini sağlamak. Kürt seçmenin ezici çoğunlukla seküler partilerden yana gerçekleşen tercihini değiştirmesi için bu davada Diyanet’in desteğine ihtiyaç duyulmuş gibi görünüyor. Dindar-seküler karşıtlığı Kürt siyasetinde hayli azalmışken Hüda Par’a can verme nedenlerinden birisi de kutuplaşmanın kırılmasını durdurmak olmalı. Kürt halkının Kobanê davasına olan desteğini azaltırsa verilecek hukuksuz karara meşruiyet sağlayacağını düşünüyor olmalı iktidar.

Tüm yazılarını göster