Bazı şehirler gezilmiyor, sadece hissedilebiliyor. Ve bazı insanlar o sadece hissedilebilen şehirlere eğlenip kafa dağıtmak için değil, kendini çimdiklemek için gidiyor. Benimki de biraz öyle oldu. Güdüsel olarak, kış ortası Diyarbakır’ın mevcut durumunu görmek istedim. Göreceklerimin canımı yakacağını bile bile.
Nitekim, bolca da canım yandı, şehir beni hem sarmaladı hem bir güzel patakladı geri gönderdi. Ortadoğu öyledir, dibine kadar duyguya batar çıkar, bir süre Leyla gibi dolanır, sonsuza kadar da unutmazsınız. Oralara gidip de hayatında bir kırılma yaşamayan yoktur.
Size Mezopotamya’yı yeni baştan anlatacak değilim. Mezopotamya işte, kadim kültürler beşiği, hangi ucundan tutsan kütüphanelerce yazılır üzerine. Diyarbakır da Mezopotamya’nın 9 bin yıllık kalbi. Mevcut hali ile harabe bir kalp.
Bu şehir, ülkenin en siyasi şehri. O kadar siyasi ki, orayla bağı olanlar dışında kimse aslında ne kadar güzel, tarihi, efsunlu bir şehir olduğunu bilmiyor. İçerisinde, verilen bilgiye göre, 4 bin yıllık güneş tapınağından kalma mermer taşların bulunduğu Meryem Ana Süryani Kilisesi’nin papaz yardımcısı Saliba da aynı şeyi söylüyor. Şehir o kadar başkaca şeylerle biliniyor ki, insanların burada nasıl bir tarih yattığından haberleri yok, diyor. Kaç Süryani aile kaldı, diye soruyorum ve aldığım “Dört” cevabı üzerine yutkunuyorum.
Malumunuz, Suriçi’nin çok büyük bir kısmı görülemiyor, kapalı, kentsel dönüşüm var. Ayrıca fiili sokağa çıkma yasağı var. O bölgede insanların bir kısmı, başka bir yere taşınacak, kira verecek durumu olmadığından sokaklarda kalıyor. Elektrik, su verilmiyor çoğu zaman. Bu şekilde gitmeye zorlanıyorlar. Evlerini, komşularını, avlularını, alışkanlıklarını, en önemlisi geçmişlerini silmeye zorlanıyorlar. Herkesten farklı şekillerde aynı şeyi duydum. Biri “Alipaşa’yı yıkmıyorlar aslında benim çocukluğumu yok ediyorlar” dedi. Diğeri, “O sokaklarda büyüdüğüm için mesele başka bir boyut kazanıyor haliyle, geçmişim hafızama hapsedildi çünkü, ona ait başka bir veri kalmadı dünya yüzünde” dedi. Büyük bir kısmı eski mahallesine gidemediğini, hatta yakınından bile geçemediğini çünkü canının çok acıdığını söylüyor. Bana sorarsanız en çok yaşlılar etkilenmiş durumda; çünkü bilirsiniz yaşlılar bir yerden sonra hafızalarıyla yaşıyorlar ve bulundukları yeri değiştirmek onlar için çok çok zor. Dolayısıyla, gittikleri yerde “nefes alamadıklarına” ilişkin tabiri doğal olarak/kendiliğinden kullanıveriyorlar.
Sur’daki yıkımın klasik bir kentsel dönüşüm olmadığını biliyoruz. Bu yıkım; koca bir tarihi ortadan kaldırmak pahasına, bir “toplumsal bellek silme” operasyonudur aynı zamanda. Bunun da en iyi yolu orada yaşayan halkın kültürünü yok etmektir. Diğer bir deyişle bir kültür kıyımıdır. Bu sebeple olsa gerek; Diyarbakır evlerinin aynısını yapıyoruz deseler de, görünen kadarıyla evler bile aslına uygun yapılmıyor. Sokaklarda yürürken ara ara karşınıza kıyılardan köşelerden tarih çıkıveriyor, eski bir oyma taş detayın, bir kilise kalıntısının (örneğin sadece kapısı, yahut bir duvarı) yanından geçiveriyorsunuz; kalbinize iğneler saplanıyor. Her şey eski püskü kalsın da şehir çürüyüp gitsin demek değil bu. Aslına uygun, yerinde restorasyon yapılsın mesela. İnsanların yerlerinden, komşularından, çocukluklarından, kültürlerinden etmeden yenilenme olsun. Fakat kim dinledi, kim dinler ki…
İnsanlar, orada herkes siyaset konuşuyor, bir hararet bir kıyamet anlatıp, tartışıp duruyor sanıyorlar. Öyle değil tabi. Çatışmanın doğal bir ritim haline geldiği yerlerde öyle olmuyor galiba. Aksine insanlar susuyor. Kimse, siyaset konuşmak istemiyor. Bıkmış çünkü herkes. Lanet etmişler. Sokaklarında kurşunlanmış binalar olan kentlerde insanların sessizliği koyudur. Ne deseniz şımarıkça durur. Attığınız her adım bir nevi saygı duruşudur. İşte bu sebepten, bu kentler “gezilmez”. Ancak ziyaret edilir.
Bu demek değildir ki; insanlar gülmez, öyle değil. Genel olarak Ortadoğu’da gördüklerim, izlediklerim bana şunu öğretti; gülen insanlarla en çok buralarda karşılaşırsınız. Çünkü gülmek, harcına bolca acı karışmış kentlerde, en önemli mücadele biçimidir. Bir yaşama refleksi, bir hayatta kalma güdüsüdür. Bu kısmı oldukça uzatabilirim; fakat ajiteye kaçma kaygısıyla burada bitiriyorum. Diyarbakır Sur’larıyla birlikte 2015 yılında UNESCO tarafından Dünya Kültürel Mirası listesine alınan Hevsel Bahçeleri ile Dicle hakkında bilgi vermeyi yeğlerim:
Yıkım sadece, şehrin üzerinde değil şehrin doğalında da devam ediyor. Yaşı 3 milyar yıla yakın olduğu tahmin edilen Dicle Nehri’nin üzerinde kurulan barajlar sebebiyle Dicle’nin suyu ciddi şekilde azalmış durumda. Öyle ki; Dicle, son 30 yılın en büyük kuraklığını yaşıyor. Tabi ki bu durumdan doğrudan canlılar etkileniyor. Balık türleri -20’si endemik olmak üzere 46 balık türü- ve miktarı da gözle görülür şekilde azalmış. Zira, suyun azalmasıyla alüvyon birikiminin engellenmesinin yanı sıra, barajlar balıkların beslenmek ve üremek için üst havzalardan alt havzalara geçişini engelliyor ve nehir setleri önüne gelen balıklar yoğun balıkçılıkla tahrip ediliyor. Bununla birlikte Dicle Nehri bazı noktalarda “isimsiz su” olarak ya da “dere” olarak geçmekte. Dolayısıyla, nehir vasfı taşımadığı için Kıyı Koruma Kanunu’ndan muaf oluyor ve talana açık hale geliyor. Böyle olunca da, Dicle’den 40 yıldır kum çıkartılıyor ve bu yapılırken de ÇED kriterlerine uyulmuyor. Netice de, nehirden olması gerekenin 5-6 katı yükseklikte kum çıkartıldığı için büyük derinlikler oluşuyor ve bu da yine canlıları etkiliyor.
Tabi ki durum böyle olunca, Dicle ile beslenen ve üzerinde 8 bin yıldır tarım yapılan Hevsel Bahçeleri de Dicle ile aynı akıbete uğruyor. Onlarca kuş türünü barındıran Hevsel Bahçeleri, en son 644 Sayılı KHK ile “özel proje alanı” ilan edilmişti ve OHAL’den elimizde kalan son cennet mekanlardan olan bu bahçeler de nasibini almıştı. Proje, Hevsel’in üzerine sosyal tesis ve cami yapmaktan ibaretti. TMMOB yıkım kararına itirazları da bir sonuca ulaşmamış olacak ki, Kırklar Dağı’na çirkin mi çirkin bir cami yapılmış bile. Hatta yanına bir de kafe kondurmuşlar. Öyle ki; ben On Gözlü Köprü’yü şöyle güzel bir fotoğraf karesine sığdırmak için bayağı bir çabaladım fakat fotoğrafa giren ucube yapılar sebebiyle başaramadım. Şahsen benim canım çok acıdı, ülkesini çok sevdiğini iddia edenlerin nasıl acımıyor anlamıyorum. Kol, bacak kesmek gibi bir şey bu, anlaşılması da mümkün değil zaten.
Bu yazdıklarım, olan bitenin yalnızca çok küçücük, ufacık bir kısmı. Tabir-i caizse, hani derler ya “göğsüme öküz oturdu” diye; işte dönerken aynen öyle oldu. İnsan uzaktan istediği kadar empati yapsın, gidip görmeyince anlaşılmıyor bazı şeyler, kim bilir kaçıncı kez anladım…
Velhasıl dostlar; ülkenin güneydoğusunda, bereketli ve kutsal Mezopotamya’da, bir kadim kent yıkılıyor ve biz sadece izliyoruz, izlemek zorunda bırakılıyoruz…