Diyarbakır’da sıcak ve bir gün
Pek sözü edilmiyor ama yaz sıcakları Diyarbakır’da da başladı. Hava durumu resmi verilere göre 40 dereceyi gösteriyor olsa da hissedilen sıcaklık 45 derece civarında. Öğle saatlerinde sokaktan çekilen Diyarbakırlılar parklarda, Dicle Nehri’nin kenarında serinlemeye çalışıyorlar. Geceleri ise balkona döşek sererek rahat bir uyku çekiyorlar.
DİYARBAKIR - Mümkün olsa dışarı çıkmayacağım. Çünkü Diyarbakır’da güneş insanın soluğunu kesecek kadar yakıcı. Arada şöyle bir yel esecek gibi oluyor, o da fırından çıkıp gelmiş gibi olduğu için insanın genzini, ciğerlerini yakıyor. Parklardaki güzelim ağaçların tozlu yaprakları kıpırtısız ve güneşin ışınlarına teslim olmuş. Yine de soluklanmak için en ideal yerlerin başında parklar yer alıyor elbette. Evde duramayan yaşlı insanlar ağaç gölgesinde uzanarak usulca sohbet ediyorlar. Kimi çimlerin üzerine uzanmış, şehrin uğultusunu umursamadan ya da sıcağın yorgunluğuna dayanamadan çimlerin üzerinde uykuya bırakmışlar gövdelerini.
Evde durmak mümkün değil zaten. Kliması olanlar elektrik faturasını hesaplayarak mümkün olduğunca kapalı tutuyorlar. Daha az elektrik tüketen vantilatörler ise sadece sıcak bir hava gezdirebilir odanın içinde. Parkların çimleri, ağaçların gölgesi hem masrafsız hem de sıcaktan korunmanın doğal yolu. Caddelerin sıcak nedeniyle boş olduğu öğle saatlerinde parklardaki yoğunluk bu nedenledir.
Doğal ve masrafsız bir mekan da tarihi surların gölgesi elbette. Özellikle güneş devrilip gölgesi uzamaya başlayınca, Diyarbakır’daki en serin yer surların dibindeki çimenler oluyor. Önce erkekler, akşama doğru ise çay termoslarıyla Suriçi’nin kadınları soluğu surların gölgesinde alıyor.
DİCLE’NİN SERİNLİĞİ VE GELECEĞİ
Serinlemek için bir de Dicle Nehri’nin kıyısı var elbette. Özellikle On Gözlü Köprü’nün civarı öğleden sonraları dolmaya başlıyor. Daha çok gençlerin rağbet ettiği On Gözlü Köprü’nün yanında yöresindeki kafeler gece geç saatlere kadar hep dolu. Ortalık sakinleşince nehirden yükselen kurbağa sesleri daha yoğun duyuluyor. Doğanın koynunda olduğunu hatırlatan bu sesler gerçekten güzel.
On Gözlü Köprü’den cep telefonuyla Dicle’nin fotoğrafını çekmeden dönmek olmaz elbette. Akşamları art arda patlayan flaşlar rahatsız edici olabilir, ama kimse aldırmaz buna. Köprünün hiç susmayan davulcusu da rahatsız etmez. Bir süre sonra kulak alışıyor çünkü ve davul sesini duyunca halay çekmeden duramayan gençler her zaman vardır köprüde. Hem Dicle’den öyle güzel bir serinlik sarmalıyor ki insanı ne kalabalık, ne davul, ne de kurbağa sesleri bozabiliyor bu buluşmanın huzurunu.
Köprüde Dicle’nin güzelliği konuşulur elbette. Sonra Dicle’nin suyunu kesen barajlar, azalan balık türleri, artan kafelerin yarattığı kirlilik konuşulur. Köprünün yanı başındaki Kırklar Dağı’nın üstünde yükselen binalara lanet okunur. Bu binalara “bina” demiyor kimse, ağzını açan “ucubeler” diyor ve nefretle bakıyorlar. Kırklar Dağı’nın eteğinde yeni inşa edilen cami için ise “Yapılaşmaya karşı çıkacakların önünü kesmeye çalışıyorlar. Camiye kimse itiraz edemez nasılsa. Arkasından başka şeyler gelecek, kimse itiraz edemeyecek yine.” Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın böyle bir projesi var elbette. Kırklar Dağı’nda çeşitli tesisler yapılacak. Cemaati olmayan camini hemen yakınında bir kafenin yapımı devam ediyor. Ardından neler gelecek, çok geçmeden göreceğiz.
BİÇARE FISKİYE VE BALKONDA UYUMA KEYFİ
Birkaç yüz metrelik Sanat Sokağı sağlı sollu kafelerle uzayıp gidiyor. Bahar gelince dışarıya çıkarılan masaların etrafını fıskiyeler kuşatır. Fıskiye dediğim birkaç santimlik kabloya benzeyen bir hortum. İşte bu hortumda açılan deliklerden belli aralıklarla duman gibi bir su fışkırıyor. Dışarıda oturmaya cesaret edenler, bu duman gibi su ile serinlemeye çalışıyorlar.
Böyle bir fıskiyesi olan bir kafede, dışarıda oturuyorduk. Buluşur buluşmaz havanın ne kadar sıcak olduğundan söz etmiştik. “Bu ne çöl ne de Afrika sıcağı, düpedüz cehennem sıcağı” konusunda hemfikir olmuştuk. Tepemizdeki fıskiye arada duman gibi suyu fışkırtıyor, ama bu su bizi serinletmeye yetmiyordu. Fıskiye sıcağa karşı biçareydi.
İkimiz de Diyarbakırlı değildik ve Diyarbakırlıların sıcakla nasıl başa çıkabildikleri hakkında kafa yoruyorduk. Ben, “Benim zaten uyku problemim var, sıcak yüzünden iyice bozuldu. Geceleri ter içinde uyanmak tarif edilemez kötü bir duygu” diye şikayet edince, arkadaşım “Balkonda uyu” dedi. “Ben öyle yapıyorum, gece 12’den sonra rahat uyunacak kadar serinliyor hava.”
Kötü bir fikir değildi bu ama hiç alışık değildim. Oysa Diyarbakırlılar balkonda uyumanın keyfini çıkarıyordu. Bu keyfi sadece yoksul mahallerde oturanlar yaşamıyordu, ‘ultra lüks’ semtlerde oturanlar da balkonda uyumayı tercih ediyordu. Balkonun etrafını bir tül perdeyle çeviriyor, yataklarını buraya seriyorlardı. Biraz esiyorsa balkonda enfes bir uykunun çekildiğini tahmin etmek zor değildi. Mardin’de, doğduğum köyde damda yatardık. Elini uzatsan dokunacaksın kadar yakın binlerce yıldıza bakıp hayaller kurarak uykuya daldığım çocukluk günleri şimdi çok uzak elbette.
PİNTİ MİNİBÜS ŞOFÖRÜ
Yan koltukta oturan adam dayanamadı, “Kaptan, baban xêrine klimayı aç, yandık” dedi. Adama minnetle ve cesaretinden dolayı hayranlıkla baktım. Minibüsün pencereleri açıktı ve hareket ettiğinde içeriye biraz rüzgar giriyordu. Ama yolcu almak ya da indirmek için her durduğunda buram buram terliyordum. Ne yalan söyleyeyim, sıcaktan nefes alamaz durumdayken minibüs şoförüyle ağız dalaşına girecek ne mecalim ne de cesaretim vardı. İneceğim durak yakın diye teselli etmeye çalışıyordum kendimi.
Yan koltuktaki adamın ensesinden sırtına doğru terlerler iniyordu ve yüzü de ıpıslaktı. Yüzündeki teri avuçlayıp sildi, ne yapacağını bilemedi, kısa bir tereddütten sonra pantolonuna sildi elini. Ona kağıt mendil paketini uzatmak isterken şoförün sesi duyuldu. “Akşamdır abê” dedi, “Gündüz değil ki klimayı açayım.”
Ben önce bunun ne anlama geldiğini bilemedim. Arka koltukta oturan adam, “Akşamdır ama hâlâ sıcaktır” diye söylenince anladım kaptanın ne demek istediğini. Gündüz hava tahammül sınırlarını zorlayacak kadar sıcak olunca açıyor, akşam hava biraz serinler gibi olunca kapatıyordu klimayı. Akşamdı, güneş batalı epey zaman olmuştu ama hava hâlâ berbat sıcaktı.
Biri kucağında diğeri eteğine yapışmış iki çocuğuyla yolculuk yapan kadın daha sert çıktı: “İki kuruş için açmıyor klimayı. Hiç insafları yoktur. Şikayet etmek gerek.” Diğer yolcular da cesaret alıp, “He wallah, çok sıcaktır” diye homurdanmaya başladılar.
Şoföre bakıyordum, sinirlendi mi diye. Klimayı açtı. Tepeden gelmeye başlayan serin havayla birlikte, şoförün sert sesi de duyuldu. “Pencereleri kapatın” dedi. Benim gibi açık pencerelere yakın oturanlar bu komutla birlikte harekete geçti. Epey zorlandım pencereyi kapatırken ve sanki bu nedenle daha fazla terlemeye başladım. Şoför söyleniyordu. “Adam Ankara’dan İstanbul’a kadar yürüdü bu kadar şikayet etmedi” dediğini duydum.
Şoför konuyu değiştirmek, hatta tartışmada üste çıkmak için kullanmıştı bu cümleyi. Konu siyaset olunca sıcak bile bir kenara bırakılırdı Diyarbakır’da. Klima yüzünden başlayan küçük tartışma, şoförün bu akıl dolu hamlesiyle tatlıya bağlanmış oldu.
Terini pantolonuna silen adam, “Kemal Kılıçdaroğlu bu tarafa doğru yürüsün” dedi. Belki klima açıldığı için canlanmıştı sesi. “Bu tarafa yürüsün, Allah vekil memlekette sorun kalmaz. Ne sıcak kalır ne başka bir şey.”
Minibüsteki yolcuların bir kısmı gülerek onayladı adamı. Klima yüzünden başlayan küçük tartışma Kemal Kılıçdaroğlu’nun Ankara’dan İstanbul’a yaptığı Adalet Yürüyüşü’ne gelmişti. Klima açılmış, tartışmanın konusu değişmiş ve minibüste keyifli bir hava esmeye başlamıştı. Ama ben de ineceğim durağa gelmiştim.