İtiraf ediyorum, onlarca kere diyet yaptım ve itiraf ediyorum onbirlerce kere de verdiğim kiloları geri aldım. Akupunkturdan ketojenik diyete kadar tüm diyet çeşitlerini denedim. Zayıflama ilacı, aralıklı oruç, tek tip beslenme, gıdım gıdım gram sayma dahil çok fazla teknik de kiloluluk özgeçmişime yazılabilir. Spora hiç yatkın olmadığım halde bana uzunca gelen bir süre sabah sporu da yaptım. Sonuçta on günde 7 kilo, beş ayda 28 kilo vermişliğim de var.
Aslında başka bir şey yazacaktım ama biraz önce TV’de bir kadın sunucunun “yaşam tarzını değiştirmek lazım” dediğini duyunca yönümü buraya çevirdim.
Kilolu insanın en çok duyduğu laf budur: Diyet yapma yaşam tarzını değiştir.
Çünkü yaşam dediğiniz bir boyacı küpü, dalıp çıkıyorsunuz başka bir renk alıyorsunuz. Ve nedense başka bir konuda da hiç bu yaşam tarzı önerisini duymuyoruz.
En çok duyduğum laflar listesinde bir numarayı paylaşan ikinci cümle de: Önemli olan kilo vermek değil, korumak… Mesele gelip yine yaşam tarzına dayanıyor yani.
Bu yazının ana fikrini baştan söylüyorum: Kilolunun halinden kilolu bile anlamıyor!
Kilolu bir arkadaşıma “sen biraz kilo mu almışsın” demiştim. Ağzıma kürekle vurmaktan beter etmişti: “Sen de mi Beyhan!” Çok haklıydı, ben de mi?
Kilolu bir insan olarak kilom, sağlığım, bedenim, göbeğim, sarkmış kolum üzerine söz söyleyen herkese (evet herkese) şunu söylemek istiyorum: SİZE NE!
Sağlığımı önemsediğinizi, beni düşündüğünüzü söylüyorsunuz ama konu üzerine de düşünseniz bu kadar sık dile getirmezsiniz sanki.
Kilo almanın fiziksel, duygusal, genetik, toplumsal bir sürü nedeni var. Sizin dokundurmalarınız, şakalarınız, ciddi tavsiyeleriniz benim kilo almamı kolaylaştıran bu bileşenlerden birine dokunuyor olabilir ve siz bana zarar veriyor da olabilirsiniz.
Bir türlü kilo veremeyen, verip verip geri alan, giydiği yakışmayan, göbeği kendinden önde giden, iradesiz, beceriksiz, yetersiz…
O cümlelerinizin alt yazısında belki ben bunları görüyorum. Ki haksız da sayılmam. Bana bunları hissettirdiğinizde hemen gidip diyete başlayacağımı, yaşam tarzımı değiştireceğimi ve eskisinden sağlıklı olacağımı düşünüyorsanız yanılıyorsunuz.
Sigarayı, alkolü bırakabilirsiniz, uyuşturucu bağımlılığınızı tedavi edebilirsiniz. Ama yemekle ilişkimiz, sigara ya da diğer bağımlılıklarla olan ilişkimizden farklı.
Yemekle yetişkin bir ilişki geliştirmek zorundayız. Küstüm oynamıyorum seçeneği yemekle ilişkimizde geçerli değil. Bedenimizin ihtiyaçlarını karşılamamız gerekiyor ama aynı zamanda arzularımızı, damak zevkimizi, tatmin duygumuzu da yemek üzerinden doyuruyoruz. Dibi delinmiş şu dünyada, kaç tane keyfimiz kaldı ki ağız tadıyla yaşayabilelim? Güzel bir uyku çekmek belli bir yaştan sonra o kadar da derin olmuyor mesela. Cinsellik meselelerine hiç girmeden devam edelim; kafa dağıtmak yemek içmekle, ağırlamak yemek içmekle, kederlenmek yemek içmekle, gezi duraklarımız aynı zamanda yemek içmek mekanları, en çok izlenenler yemek videoları, hemen her dizide insanlar sürekli bir şeyler yiyorlar… Yani kaçmak, sakınmak, yemekle aramıza mesafe koymak, ilişkimizi “karın doyurma- enerji alma” seviyesine indirmek boyacı küpüyle olmuyor.
Gözü hafif kaymış birine örneğin “sen biraz şaşı mısın” diyebiliyor musunuz, ya da saçları dökülmüş birine “kel mi oluyorsun” demeyi nezaket sınırları içinde buluyor musunuz?
O halde neden benim bedenimle ilişkimi bozuyorsunuz. Belki de seveceğim bedenimi sarkmış, şişmiş, kaba, et yığını, çirkin, yakışıksız bulduğunuzu ima ediyorsunuz? Bana baktığınızda ilk gördüğünüz neden gözlerimin içinin gülmesi değil de bedenimin fazlalıkları oluyor acaba? Sen biraz yalancı mısın demek kötü de sen biraz obur musun demek çok mu masum?… Yok olmasını istediğiniz şey benim bedenim, benim bir parçam, benim alışkanlıklarımın, keyiflerimin, kişiliğimin görünür yüzü. Kilolusun dediğinizde konuştuğunuz, üstüne yorum yaptığınız şey ‘şahsım’ oluyor yani.
Kilolu olup da güzel giyinen, havalı görünen, bedeniyle barışık yaşayan ve ilk baktığımızda bunları gördüğümüz insanlar da var. İstisnalar, çünkü bu özellikleri geliştirebilecek insanlara yaptığımız muamele ne yazık ki olanı da götürüyor.
Kendimi de bu eleştiriden azade görmüyorum elbette. Çünkü diyet koskoca bir endüstri. Uzmanından ilaç üreticisine, tahlilciden organik gıdacısına, estetik doktorundan akupunkturcusuna kadar herkesin kazandığı bir sistem var. Ve tersinden doğrusunu okursanız da aslında zayıflamamız değil yeniden kilo almamız üzerine kurulu bir sistem. Böylece sistemin daimi müşterisi olacaksınız. Sistem içinde kalıp sürekli tüketeceksiniz. Önce yiyerek sonra diyetle tüketeceksiniz. Herkes kazanacak siz tepeye tırmanıp tırmanıp aşağı yuvarlanacaksınız. Kilo verdiğinizde bile huzuru bulamayacaksınız çünkü tepenizde sürekli “vermek değil korumak önemli” lafı dolaşacak. Başarınızı alkışlayanlar eski başarısızlıklarınızı hatırlatıp “bu sefer geri alma ama” diyecekler. Karşınızda sallanan parmak bir süre sonra sizin düşünce sisteminizin içine bir yere yerleşecek. Siz kendi kendinize parmak sallamaya, kendi kendinizi aşağılamaya başlayacaksınız.
Sonra bir psikoloğun odasında bulacaksınız kendinizi: “Bana parmak sallayan şu şeyi ameliyatla aldırmak mümkün olsa keşke”
Bütün bu deneyimlerde bana en çok yarayan psikoterapi oldu. Beni kilolu diye görmeyen birisi, o yolda benimle yürüdü, beni dinledi, neden kilo aldığımı fark etmeme destek oldu. Parmak sallamadı, öneride bulunmadı, sadece dinledi.
Aslında kilolarım için gitmemiştim doktora. Bir gün kapının açılmasını beklerken çimenlerin üzerinde gezinen kargayı gördüm. Otları yemiyor, aralardan bir şeyler atıştırıyordu. Seansın ilk dakikasında “Kargalar ot yeseler hepsi obez olurdu” deyip hıçkıra hıçkıra ağladım.
Bir tanıdığım yıllar önce çocuğunun kilolu olduğundan söz etmişti. Yaşam tarzını değiştirmesi gerektiğini de eklemişti. “Onunki duygusal açlık aslında” diyerek. O zaman psikoloğa götürün dediğimde ise şaşırdı. Çocuk duygusal açlık çekiyorsa sebebi ailesi olabilir miydi acaba? Bunun üzerine düşünmek yerine çocuğu kilo vermeye zorlamak ve veremediği için başarısız ilan etmek ömür boyu birbirini devirecek domino taşlarına bir fiske vurmak değil miydi?
Bir haftalık bir diyetle üçer kilo verip heyecanla ofise koştuğumuz günü hatırlıyorum. Başarımızı alkışlamalarını beklerken “o giden ödemdir, su kaybetmişsiniz” demişlerdi arkadaşlarımız: “Tamam, su olsun ama biz size 100 kiloyuz dediğimizde kimse boş ver onun yüzde 30’u sudur demiyor!”
Kilo öyle üzerinde kolayca konuşulacak, reçete önerilecek, bireysele indirilebilecek, tavsiyelerle çözülebilecek bir konu değil. Pek çok katmanı var ve kilolu insan bunun üzerine konuşmaya, bu konuda bir şey yapmaya hazır değilse, birinci cümledekilerin hiç biri işe yaramaz.
Ben bütün diyetlerimde bir karar verme süreci yaşadım. Kafamda bir şey tık etti ve o sesi duyduğumda başladığım diyetlerim genelde başarı ile sonuçlandı. Bırakın herkes kendi yolculuğunda kendi tık sesini duysun. Siz balık vermeyin, balık tutmayı da öğretmeyin. Yanında sessizce oturup balık tutmasına eşlik edin.
* Kapak fotoğrafı: Caner Cangül, Anadolu Medeniyetleri Müzesi