Woody Allen’ın Kahire’nin Mor Gülü filmini hatırlar mısınız? Filmsel gerçeklikle yaşayanı için kabusa dönüşmüş, sıradan gerçeklik arasındaki sınırlar ortadan kalksa nasıl bir karmaşayla karşılaşırdık sorusunu ustaca irdeleyen bir film bu. Düşler, özlemler, arzular, düş kırıklıkları, bunalımlar… Hangisi daha “gerçek” olsun isterdiniz? Mutlu düşleriniz mi, kabus gibi hayatınız mı? Seçmesi kolay aslında. Düşlerini seçmeyen pek az insan olacaktır kanımca. Ama bu sınırların gerçekliği yeniden inşa edecek biçimde çökertildiği öyle durumlar olabilir ki filmdeki gibi masum bir düşün içinde kaybolmayıp kendimizi çok daha korkunç, berbat, dehşetengiz bir gerçekliğe razı olmuş bir halde bulabiliriz. İşte şu sıralar, Türkiye’de bir dizi filmin içinde bir karabasanı yaşıyor gibiyiz. Dizilerin diliyle siyasetin dili arasındaki koşutluk sizin de dikkatinizi çekmiyor mu?
Bir süredir Osmanlı tarihine dair dizileri izlemeye çalışıyorum. Pandemi süresince kimi kanallar, bu dizilerin bazılarını yeniden yayınlamaya başladı. Ben de daha önce seyretmediğim, örneğin, Diriliş: Ertuğrul’u ilk sezon bölümlerinden itibaren izlemeye başladım. Her bölümde, şaşkınlıktan ağzımı düşüren birkaç diyalog veya tiratla karşılaşıyorum. AKP’nin 18 yıllık iktidarında izlediği yolun, kullanmayı seçtiği retoriğin nasıl bir zihin dünyasından kaynaklandığını anlamamda bu dizinin çok faydası olduğunu ifade etmeliyim. Daha önce öğrendiklerim, sezgilerim zemininde anlamlandırmaya çalıştığım uygulamaları, pek çok kararı, iktidar mensuplarınca, özellikle de Erdoğan tarafından edilen sözleri bu dizilerin senaristleri sayesinde çok daha iyi anladım. Dizinin inşa ettiği tarihsel olmadığı apaçık gerçeklikle yaşadığımız arasındaki benzerlik çift yönlü bence. Sadece dizi hayatı taklit etmiyor; yöneticilerimiz de kendilerini bu tarz dizilerin kahramanlarıyla fazlasıyla özdeşleştiriyor olmalılar ki resmedilen hayat tarzını “gerçek” kılmaya çalışıyorlar. Basit bir öykünme değil bu. Yalnızca kendi hayatlarını da etkilemiyor üstelik. Bizlere de zorla figüran giysileri giydirmeye, dizidekine benzer bir hayatı dayatmaya çalışıyorlar.
Diriliş: Ertuğrul’un kahramanları, yaşadıkları dönemle uyumsuz kavramlarla konuşuyorlar. Anakronik bir mantıkla yazılan senaryoya göre obada bulunan kadın erkek herkes aşırı milliyetçi. “Türklük” belki de henüz keşfedilmemişken bütün erkek karakterlerin “Türk” olmakla övünmelerine, Türk'ü Anadolu’da hakim kılmaya yeminli olmalarına, dillerinden “vatan”, “millet” sözünün düşmemesine, bütün bu değerler uğruna şehit olmak için her an fırsat kollamalarına, alp giysilerini üstlerinden bir an bile çıkartmamalarına bakılırsa sanırsın Nihal Atsız’ından Necip Fazıl’ına milliyetçilerin ideologları diziye sızmış, karakterleri ele geçirmiş, onları kendine benzetmiş veya Cumhur İttifakı'nın MHP kanadından birileri 1200’lerin başlarına ışınlanmış, ekrandan bizimle konuşuyor. Birkaç gün önce, Selçuklu hükümdarının ağzından “dış mihraklar” sözünü işittim, kulaklarıma inanamadım. İçin neresi olduğu konusunun bu kadar karar verilemez olduğu o günlerde, dış neyi imlemektedir epey bir düşündüm. Ertuğrul Bey’in AKP Genel Başkanı gibi konuşmasından daha da şaşırtıcı, hatta ürkütücü olan AKP Genel Başkanı’nın Ertuğrul Bey gibi konuşması, etrafındakileri de kendine biat etmiş Türkmen beyleriyle karıştırması… Baksanıza koca siyasal parti, haşa huzurdan, biat dışında bir seçenek mevcut değilmiş gibi, varlık nedenleri dizideki şak şakçı halk gibi “çok yaşa Ertuğrul Bey’im, pardon Başkan’ım” demek olan bir heyete dönüştü.
Bu anakronik mantık, dizinin her sahnesinden evimize boca ediliyor. Modern devlet henüz yokken Ertuğrul Beyimiz devletçi, devlet için ölmeye, devlet olur da yıkılırsa mutlaka yenisini kurmaya hazır. Bir yandan beyler arasındaki iktidar mücadelesinin varlığını, ganimetin ne denli önemli olduğunu, dolayısıyla feodal bir yaşam tarzını anlatırken bir yandan da tamamen çelişik biçimde merkezi bir Türk-İslam devleti kurma idealini Ertuğrul Bey'e mal ederek, Osmanlı Beyliği'ne giden yolu İslam adına kazanılmış bir zafer olarak sunmaya girişiyor dizi. İnanılmaz şeylerden biri de obanın “düzenli ordusunun” olması! Alp başı, genel kurmay başkanı… Alpler subaylar… Her gün talim terbiye. Kaldıkları yerler bile kışla gibi. Sürekli bir savaş güzellemesi… Ayasofya’nın bütünüyle ibadete açıldığı gün, belli ki kendini bir İslam askeri olarak gören Diyanet İşleri Başkanı’nın elinde kılıç hutbe okuduğunu görünce bir an için Diriliş: Ertuğrul veya Kuruluş: Osman seyrediyorum sandım. Ama kafamın karışmasına şaşıracak bir şey yok. Ha Diyanet İşleri Başkanı, ha bir obanın alp başı… Dil aynı dil, yoktan var edilen bir tarihin kahramanlarından olma arzusu ise gani…
Beden dili bile benziyor. Sağ el sol göğüs üstünde “gönül selamı” veriyor kadınlı erkekli bütün oba halkı. (Bu arada bazıları pek acemi. Ellerini tam yerine denk getiremeyip koltuk altlarına sokabiliyorlar.) Ama Erdoğan mı diziden öğrendi bunu, yoksa dizide Erdoğan’a göndermeyle mi herkes böyle yapıyor, ben bilemiyorum. Uzmanlığım bunu anlamaya yetmiyor. Bir de “Allah yâr ve yardımcın olsun” sözü var ki moda deyimle beni benden alıyor. Emin gibi bir şeyim: Dizi senaristleri, politikacılarımızın konuşmalarını da yazıyor olmalılar. Tersi de olabilir…
Mesela şu Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi. Biz siyaset bilimciler literatürü alt üst ettik, bu rejimi tarif eden birileri var mı diye aradık. Tarihe baktık, örneği bulunur mu diye… Ama hiçbirimizin aklına bu dizilere bakmak gelmedi. Meclis’in bu yeni rejimdeki konumu, beylik toyundan hallice. Bey istişare için toyu topluyor. Toya katılan beyler, Bey'in kararını onamak için ellerini kaldırıp indiriyor. Karara uymayanlar, muhalefet edenler bedelini hayatlarıyla ödüyor. Bey'in etrafında en gizli kararlarını paylaştığı bir heyet var. Onlar her şeyi herkesten önce öğreniyor. Karar onlarla veriliyor, toy onaylıyor! Ha Bey ha tek adam, ha beylik toyu ha yeni hükümet sisteminin meclisi!
Herkese “Kahire’nin Mor Gülü” tadında düşlerinin gerçekleştiği bir bayram diliyorum.