Dünya kadar derdin ortasına bağdaş kurmuşuz. Şöyle bir silkinip toparlanalım diyeceğimiz de yok. “İlginç zamanlarda yaşayasın” diyen meşhur Çin bedduasının döne döne bizi bulduğu çok açık.
Süreğen bir kriz ortamı yetmezmiş gibi, akla hayale sığmaz kazalar da hep bizim başımıza geliyor. Daha birkaç gün önce İstanbul Boğazı’nda Malta bandıralı “Vitaspirit” adlı dökme yük gemisi, ünlü Hekimbaşı Salih Efendi Yalısı’na çarptı. Kırmızının en şahane tonunu bir Moulin Rouge zarafetiyle taşıyan ve yıllar içinde Binbir Gece’den İstanbul Kırmızısı’na çeşitli dizi ve filmlere mekan olan bu güzel yapı, içindeki antika eşyalarla birlikte mahvoldu.
Önce konuyla ilgili bir haber başlığı dikkatimi çekmişti. Haberde yalının bir fotoğrafı vardı ve üzerinde “paramparça oldu” yazıyordu. Bir yalının ya da evin paramparça olması alıştığımız bir şey değildi. Yıkılmasını veya yerle yeksan olmasını bekleyebilirdik en fazla. Fakat paramparça olması kulağa tuhaf geliyordu. Haberi okuyunca anladım ki zaten olay da alışılageldik nedenlerle gerçekleşmemiş. Kaba saba bir tanker, birinci sınıf tarihi eser niteliğindeki 200 yıllık Hekimbaşı Salih Efendi Yalısı’na bodoslama dalmış! Tanker çarptığında, bir yalı “paramparça” olabiliyor demek ki.
Yine de o “paramparça” olma ifadesine takıldım bir süre. Haber başlığının tuhaflığı, televizyon dizilerinde uzun yıllardır asabımı bozan bir dil meselesini de yeniden aklıma düşürdü. Dizilerdeki Hekimbaşı Salih Efendi Yalısı gibi harikulade mekanlarda yaşayan alımlı ve şeytani kadınlarla, güçlü, zengin ve fakat orantısız biçimde salak erkeklerin dünyalarında da uzun yıllardır ilginç bir dil konuşuluyor. O iş kimde Allah aşkına? Dilin apaçık bir yanlış kullanımı dizi senaristlerine filan şirin mi geliyor yoksa?
Dil söz konusu oldu mu her tür muhafazakarlığın karşısında ve son derece esnek bir tutumumun olduğunu üç tane yazımı okumuş olan herkes bilir. Dil hayattan büyüktür. Dinamiktir. Hayat kaplumbağa adımlarıyla yürürken, dil önden koşturarak sağı solu, önü arkayı tanımlar, hayatın yolunu açar. O yüzden de eski Türkçe, yeni Türkçe, Arapça veya Farsça demeden, yazı dili ya da konuşma dili diye çok kasmadan, gençlere ya da yaşlılara özgü diye kategorize etmeden sözcüklerin hayatı en iyi karşıladığı yerden kurarım dilimi. Ama sözünü ettiğim diziler eliyle gerçekleşen ufak tefek dil cinayetlerinin bu tercihlerin hiçbiriyle ilgisi yok. Haftada 90 dakikalık dizi yazan ve uykusuzluktan perişan olmuş bir senaryo yazarı, büyük ihtimalle de esinlendiği orijinal yapımlardan hızlıca diyalog devşirirken yaratıyor bu ilginç ifadeleri. Sonra da al önünü alabilirsen. Önce bütün dizilerde, sonra bir de bakıyorsunuz yedi yaşındaki bebenin, yetmiş yaşındaki teyzenin dilinde!
Buyrun size alt alta yazayım bazılarını.
Ufak Tefek Cinayetler dizisinin şeytan ürküten karakteri Merve, “Nasıl üzüldüm, nasıl korktum belli değil” diyor Pelo’ya. Söylemek istediği şey “Nasıl üzüldüm, nasıl korktum bilemezsin.” Sonra bakıyorsunuz bir başkası. “Ne kadar mutluyum belli değil” diyor. Bir şeyiniz de belli olsun ya! Oysa Filiz Akın kirpiklerini kırpıştıra kırpıştıra ne güzel söylerdi; “Fikret senlen ne kadar mutlu olduğumu bilemezsin.” Bu arada şu yaşıma geldim neden Fikret isimli bir tane bile arkadaşım olmadı benim? Oysa Yeşilçam bu isme ne büyük yatırım yapmıştır. Bir bakın göreceksiniz, Yeşilçam filmlerinde, her beş ana karakterden birinin adı Fikret’tir. Filmlerimizde ya da dizilerimizde erkek Fikret denk gelmemişse, kadın bir Fikret muhakkak vardır. Neyse işte, “Ne kadar mutluyum belli değil” nereden baksan yanlış bir ifade. Yok böyle bir şey.
Aşk-ı Memnu’nun Nihal’inden bu yana bir de “saçmalamaz mısın,” “konuşmaz mısın,” “gülmez misin” gibi çarpık bir azarlama biçimi peyda oldu. Oysa şekerim, dilin dinamizmi dediğimiz şey, millete belki de şirin gelen bu baş aşağı ifadeleri kapsamıyor. Şöyle olucak o: “Saçmalama,” ille de biraz uzatacaksan, “Saçmalama ya!” veya “Saçmalamasana sen” de diyebilirsin. Bunun gibi “Bir susar mısın sen,” “Konuşmasana,” “Gülmesene” ya da “Gülüp durmasana” da diyebilirsin. “Susmaz mısın” ne ya? “Susmam” mı diyecek karşındaki kişi. Hayır, ne bekliyorsun?
Bitti sanıyorsanız bitmedi daha. Bir de “yükselme” icat etmişlerdi yerli dizlerde. Kafası bozulan Behlül’den, şalteri atan Kuzey’e herkes yükseliyordu bir ara. Kafamın tasını attırma, beni kızdırma ya da sinirlendirme yerine; “Beni yükseltme” diye bağırıyordu karakterler. Ne yapsınlar? Kafanın tasının ne olduğunu, hatta tasın ne olduğunu nereden bilecekler. Ayasofya Hürrem Sultan Hamamı’ndan mı? Dizilerde, aşık olunca uçuşuyorlardı bir de. “Behlül’le birbirimize uçuşuyoruz, elimizde değil” diyordu Bihter!
Bu kadarla da kalmadı tabii. Yakın tarihli dizilerde, sinirlenince “dev kızdım” diyorlardı. Yapmayın gözünüzü seveyim. Dev kızmayın yaw...
Bütün bunlara az biraz kulağımızı alıştırmışken Ufak Tefek Cinayetler dizisi her şeyin üzerine tuz biber ekti. Özel lügatiyle geldi adeta. “O iş bende” diyordu herkes birbirine. O iş sırasıyla Merve’de, Pelin’de, Arzu’da ve hatta donmuş balık bakışlı Oya’daydı. Suyu çıkarılan bu ifade yine de dilin yanlış kullanımına bir örnek oluşturmuyor.
Buna sıra gelinceye dek Ufak Tefek Cinayetler’de daha neler, neler var... Ömrünüz billah hiç duymuş muydunuz bilmiyorum ama şöyle konuşuyordu manikürcü kız: “Oya Hanım feci kuruluyordu Burcu’ya”. Bunu bir manikürcü jargonu sanmayın. Pasifliğiylen agresif doktor Oya da, “Merve ve Pelin’e karşı çok kuruluydum” diyordu. Bu cümleleri makul bir Türkçe’ye çevireyim dedim ama beceremedim. Zembereği burula burula bir insanın belirli bir kişi ya da kişilere karşı saat gibi kurulmasından söz ediliyordu desem?
Eskiden, “çok doluydum ona karşı” filan derdik. Şimdi kuruluyuz, her an boşalacak bir zemberek gibiyiz... Ne diyeyim? Herkesin bir biçimde kurulu olduğu birileri var şu dünyada. Ben de şahsen dizilerdeki bu dil yanında, bazı ibişlere de çok kuruluyum. Dünyanın bütün kurulmuşları birleşsin bence.
Bir yazının daha sonuna geldik.
İstanbul kırmızısı, ahşap kırmızısı, yakından hiç görmesem de hayatımın en sevdiğim kırmızısı Hekimbaşı Salih Efendi Yalısı’nın cinai parçalanmasından yola çıkıp, yalılarda ve konaklarda geçen dizilere ve bu dizilerin katlettiği Türkçe’ye ulaştık. Kimse "Ne ilgisi var" diyemez. Hepsi birer cinayet mahalli. Ufak tefek cinayetler... Türkiye’de tarih de, dil de güvenlik şeritleriyle çevrili mahallerdir.
Cinayetlerle yüz yüze geldiğimiz mahaller...