Ben emekli olmadan az önce Türkiye üniversite sisteminde çok önemli bir değişim gerçekleşti. Yardımcı doçentlik unvanı kaldırıldı ve doktor öğretim üyesi unvanıyla ikame edildi. Üstelik buna merkezî siyaset karar verdi. Üniversitenin bir kurum olarak bu konuda herhangi bir fikri, inisiyatifi olduğunu pek sanmıyorum doğrusu. Bununla birlikte on binlerce üniversite personelinin unvanı değişti. Açıkçası bu değişimin ilgili personelin yeniden kartvizit bastırmasına ya da ofislerin kapısında asılı tabelaların değişmesine değecek kadar bile bir anlam içerdiğini düşünmüyorum. Zaten böylesi bir değişime neden gerek duyulduğunu da kimse pek anlamadı. Buna kendilerini değişimi yapan lidere ve partiye yakın hisseden personel de dâhil.
Ancak benim bu yazıda ele almak istediğim konu bu değil. Doğrusu doktora sonrasında hemen derse girebilmeyi ifade eden bu konumun adının ne olduğu benim pek umurumda da değil. Asıl mesele bence şu: Yardımcı doçentlik ya da doktor öğretim üyeliği pozisyonu dünya yükseköğretim tarihinde ne anlama gelir? Bu pozisyona sahip olan ve olmayan ülkelerdeki üniversiter farklılaşmanın mantığı nedir?
Bunu anlatabilmek için önce doçentliğin tarihsel olarak ne anlama geldiğini ortaya koymak lazım. Modern üniversitenin artık kanıksanmış kavramlarından biri olan doçentlik unvanı aslında kaynağını Ortaçağ medresesi ve üniversitesinde bulur. Daha önce üniversite üzerine Gazete Duvar’da yazdığım bazı yazılarda da ifade ettiğim gibi, üniversite ile medrese birbirlerine karşıt kurumlar değildir. Hatta Avrupa üniversitesi, Arap-İslam medresesinin bir varyantıdır. Mesele teoloji merkezli olmaksa, mesele skolastik yöntemle eğitim yapmaksa her ikisi de aynıdır. Ancak medreseyle üniversite arasındaki karşıtlık Avrupa’da skolastik üniversitenin modern, bilim merkezli üniversiteye dönüşmesiyle ortaya çıkmıştır. İleride bu konulara daha ayrıntılı değinen yazılar yazmayı düşünüyorum. Bu nedenle buradan doğrudan doçentlik meselesine geçmek istiyorum.
Doçentlik Avrupa Ortaçağ üniversitesinde sahip olanın her yerde ders verebilme ve verdiği dersin içeriğini kendi başına hazırlayabilme hakkını ifade eder ve birçok başka kavram gibi büyük ölçüde medreseden devralınmıştır. Bir anlamda bugün Avrupa’nın Bologna Sistemi’yle erişmeye çalıştığı ortak üniversiter alan Ortaçağ Avrupası’nda mevcuttu çünkü tek bir yükseköğretim dili vardı, o da Latinceydi. Doçentlik Avrupa’nın bütün üniversitelerinde ders verebilme hakkına sahip olmayı ifade ediyordu. Burada üzerinde durulması gereken en önemli nüans doktorayla doçentlik arasındaki ilişki ya da farktır. Doktora bir uzmanlık belgesidir. Sahibinin ilgili alandaki uzmanlık seviyesini ve konusunu belgeler. Doçentlik ise bir hocalık mertebesidir. Hatta hocalığa başlangıç mertebesi. İzin verirseniz ben buna “asgari hocalık” diyeyim. Yani doktorayı bitirmiş olmanız size ertesi gün bir sınıfın teslim edileceği anlamına gelmeyebilir. Doktorayla doçentlik arasındaki ilişki, geçişler bir üniversiter sistemde, o sistemin bulunduğu ülkede yükseköğretimin niteliğini belirleyen en önemli noktalardan biridir.
Türkiye’de 12 Eylül ve YÖK yasasına kadar yardımcı doçentlik (doktor öğretim üyeliği) diye bir pozisyon yoktu. Hatta sistemde pek çok doktoralı asistan mevcuttu. Bunun nedeni söz konusu personele kadro tahsis edilmemesi değildi. Çünkü doçentlik unvanı almadan bir dersin tam sorumluluğunu almak mümkün değildi. Doçentliği almak içinse bazı alanlarda doktoradan sonra ikinci bir tez daha yazmanız gerekiyordu. Bu tercih üniversitede doktorayla doçentliği birbirlerinden uzaklaştıran bir tercihtir ve genelde Alman ya da Kıta Avrupası modeli olarak bilinir. Zaten bu tercih de Türkiye’ye oradan gelmiştir. 1933 Üniversite Reformu ve Darülfünun’un İstanbul Üniversitesi’ne dönüşmesinden sonra özellikle Almanya’dan gelen öğretim üyelerinin gelirken birlikte getirdikleri bir şeydir. Öncelikle İstanbul Üniversitesi’nde uygulanmıştır. Oradan da diğer üniversitelere yayılmıştır. Zaten Türkiye üniversite tarihi büyük ölçüde İstanbul Üniversitesi’nin klonlarının çoğalmasını tarihidir.
Türkiye’de yükseköğretim 12 Eylül’e kadar Kıta Avrupası modeline, yani daha az hocayla göreli seçilmiş öğrenciye verilen bir şey oldu. Belki de bu nedenle üniversitelerin kapısında bekleyenlerin sayısı giderek arttı. YÖK’ün ortaya çıkması genelde hep siyasal bir çerçevede tartışılmıştır Türkiye’de. Ancak YÖK ile birlikte üniversiter zihniyetin, yapının değişmesi aynı oranda tartışma konusu olmamıştır. Sanırım bu konu fazla teknik bir konu olarak düşünülmüştür. YÖK ile birlikte Türkiye yükseköğretiminde Kıta Avrupası modelinden Amerikan modeline ya da daha seçkin bir yükseköğretimden daha popüler bir yükseköğretime geçilmiştir.
İşte belki de fazlaca uzun bir biçimde anlatmaya çalıştığım bu değişimin kilit noktalarından biri YÖK’ün yardımcı doçentlik unvanını gündeme getirmesidir. Bu şekilde doktorayla doçentlik arasındaki mesafe kısalmış, uzman hızlı bir biçimde tek başına ders verebilme imkânına kavuşmuştur. Yardımcı doçentlik büyük ölçüde İngilizcede “assistant professor” kadrosunun karşılığıdır. Amerikan sisteminde her zaman yatay genişlik belirleyici olmuştur. Erken döneminde Amerikan üniversitelerinde doktora eğitimi söz konusu bile değildi. Bu nedenle doktoraya genellikle Avrupa’ya gidilirdi. Amerikan üniversiteleri “assistant professor” kadrosuyla doktorayla doçentliği neredeyse eşitlediler. 1980’den sonra Türkiye’de olan da tam budur. Evet en ünlü üniversiteler Amerikan üniversiteleridir. Ama Amerika’da beş bine yakın üniversite vardır. Ancak ilk birkaç yüz üniversite dışarıda bırakıldığında diğerlerinin ortalaması bizimkilerden hallicedir.
Dolayısıyla iki mantık arasında en önemli fark benim “asgari hocalık” dediğim seviyeyi çektiği yerde ortaya çıkar. Bu seviyenin doçentlikten yardımcı doçentliğe (doktor öğretim üyeliğine) çekilmiş olması başlı başına stratejik bir karardır. YÖK bu kararla niceliği niteliğe tercih ettiği göstermiştir aslında. Bundan sonrası, örneğin her ilde üniversite olması, akademik yükseltmelerin ve teşviklerin neredeyse dijitalleşmesi hep bu niceliği niteliğe tercih etme stratejisinin bir devamıdır.
Şöyle bir soruyla bitireyim: Bir anlığına Türkiye üniversitelerinde profesör ve doçentler dışındaki personelin tek başına ders üstlenmesinin mümkün olmadığını düşünün. Bu durumda derslerin ne kadarı hocasız kalır? İşte bu aradaki fark iki sistem arasındaki farka tekabül eder. Buna şunu da ekleyeyim: Bu yıl kapasitenin ancak yüzde 73’ü doldu. Sınavı kazanan kırk bin öğrenci kayıt bile yaptırmadı. İlk yirmi üniversite dışarıda bırakıldığında geriye kalan üniversitelerde doluluğun neredeyse yüzde 50’ye doğru gerilediği söylenebilir. Beşerî disiplinlerde bu doluluğun belki de çok daha aşağıya doğru inme eğiliminde olduğu aşikâr. Türkiye’de tek bir öğrencinin bile kayıt yaptırmadığı felsefe, biyoloji, kimya bölümleri var artık. Bütün bunları tartışamayan, kendi üzerine düşünemeyen üniversite ise yardımcı doçentlerinin ofislerinin kapısındaki tabelaları değiştirmekle iştigal ediyor.