2018 yılında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yaptığı açıklama ve verdiği talimat sonrası yapılan çalışmalarla yardımcı doçentlik kaldırıldı. Açıklama şöyleydi: "Yardımcı doçentlikle ilgili çeşitli şikayetler vardı. Yakın çevremde ahbaplarım akrabalarım var. Dinlediğimde ben de tatmin olmazdım. Yardımcı doçentliğin siyasi bir karar olduğunu bilirdim. Gönül almak. Bunun ne için yapıldığı belliydi. Bu ara unvanı ortadan kaldırıp doktoradan doğrudan doçentliğe geçilebilecek bir çalışma yapalım. YÖK Başkanımıza bu talimatı verdik. Doçentliğin şartları da buna göre yeniden düzenlenerek inşallah büyük ihtimal önümüzdeki hafta parlamentoya gönderilecek ve böylece bu sorunu da çözeceğiz. Artık doktoradan sonra yardımcı doçentlik olmayacak. Doktoradan kazanan doçentliğe gidecek.'' Cumhurbaşkanı öyle bir açıklama yapmıştı ki sanki bu değişiklik yardımcı doçentlerin derdine derman olacak, bu karar sayesinde birdenbire bütün yardımcı doçentler doçent ilan edilecek, hatta doktora öğrencileri de doğrudan doçentliğe geçebilecekti. Öyle olmadı, öyle olmadığı gibi bu kararı takip eden beş yıllık süreçte işler iyice karıştı.
DOÇENTLİK YA DA BİR BÜTÜN OLARAK ATAMA YÜKSELTME KRİTERLERİ
Yukarıdaki konuşmanın ardından yardımcı doçentlik ünvanı yerini doktor öğretim üyeliğine bıraktı, üniversitelere tabela masrafı çıktı, tabelacılara gün doğdu. Atama yükseltme kriterlerinde bir bütün olarak değişiklik yapılmasa da puan sistemi değişti, akademik faaliyetleri karşılayan puanlar güncellendi, doçent adaylarının başvurularına belli yayın türlerini dahil etme -lisansüstü tezlerden yayın yapma, uluslararası yayın yapma vb.- zorunluluğu geldi. Doçent olmak için gereken dil puanı bazı alanlarda artırıldı. Sonuç olarak kimse birdenbire doçent olmadı, siyasi söylemle pratik birbirini tutmadı.
Doçentlik kriterlerinde ve buna bağlı olarak tüm atama yükseltme kriterlerinde temel sorun niteliği değil niceliği ölçer olması. Bütün başvuru koşullarındaki puan kalemleri bir bilim insanının çalışma ve üretim kapasitesini dikkate almayan, nitelikli bir araştırmanın gerektirdiği zaman ve emeği hesaba katmayan, yazının dünkü ilk bölümünde belirtilen yaşam zorlukları ve altyapı eksikliklerini göz ardı eden beklentilerle dolu. Aynı anda devasa sınıflara ders verip, idari görevler üstlenip, hakemlik, jüri üyeliği, danışmanlık, komisyon üyelikleri gibi karşılıksız emek harcayıp bir de her yıl birkaç tane makale yazmak, proje yapmak, yurtdışına gitmek, konferansa katılmak gerçekçi değil. Niceliği önceleyen gerçekdışı beklentiler nedeniyle birçok doçent adayı sırf puan karşılığı olduğu için kendi içlerine de sinmeyen, belki ilgilerini bile çekmeyen ama hızla elden çıkartabilecekleri yayınlar üretiyor. Bu yayınları ulusal veya uluslararası mecralarda para ödeyerek bastırıyor, YÖK her ne kadar “Yağmacı yayıncılığa karşı önlem aldım, uyarı yaptım.” dese de gelen başvuru dosyaları aynı sorunun devam ettiğini gösteriyor.
Son yapılan değişikliklerde yine dikkat çekici aksaklıklar var. Bunlardan biri Mete Kaan Kaynar’ın bu haftaki yazısında üzerinde durduğu “...YÖKSİS veri tabanında kayıtlı olan ve editörlük için üniversitelerinden resmi izin almış Profesör ünvanlı öğretim üyelerinin editör olduğu kitap" içinde yer alan kitap bölümlerinin puanlamaya dahil edileceği, diğerlerinin dikkate alınmayacağı. Bu ifadede birden çok yanlış var. İlk olarak bütün profesörler YÖKSİS’te kayıtlı çünkü sistemde değilseniz birçok bildirimi, jüri atamasını veya başvuru imkanını kaçırmış oluyorsunuz. YÖKSİS akademik bilgi formuna standart getiren bir veritabanı. İkinci ve daha önemli konu, profesörler kitap derlemek için izin almaz, derlemek zorunda da değildir. Üçüncü sorun, Mete Kaan Kaynar’ın da aktardığı gibi kitabı sadece profesörler derlemez, her profesör de kitap derlemez. Dördüncü sorun ise “izin” meselesi, kitap derlemek izne tabi olursa rektörler yandaşları olan profesörlere izin verir, diğerlerine vermez. Son olarak, izni alan profesörler sürekli kitap derlemeye başlar, bu da onlar için yeni bir ekmek kapısı olur.
Doçentlik başvuru şartlarındaki bir başka sorun ise kitap ve kitap bölümü için WoS Book Citation Index, bildiriler için Web of Science Conference Proceedings Citation Index’in referans alınmış olması. Uluslararası konferanslar akademik faaliyetlere geribildirim almak ve uluslararası işbirlikleri için önemli fırsatlar, ancak uluslararası konferansların önemli bir kısmı Conference Proceedings Citation Index içinde yer almıyor. YÖK, yağmacı yayınlar kadar turistik konferanslara karşı da bir önlem olarak bu indeksleri ölçek kabul ediyor, bu anlaşılır bir yaklaşım. Ancak belli alanlarda uzmanlaşmış küçük ama etkin konferanslar bu tür indekslerde yer almıyor, böyle olunca doçentlik kaygısıyla akademisyenler belli başlı etkinliklere yöneliyor, akademik zenginlik ve farklılaşma zedelenmiş oluyor. Bu tür endeksler uluslararası bilimsel standartların kurumsallaşması ve yerleşmesi için önemli olsa da bilimsel yeniliği belli bir kurumun, zümrenin, perspektifin tekeline bırakmış oluyor.
Aynı şey ulusal yayınlar için de geçerli, burada da yalnızca TR Dizin kapsamındaki yayınlara 10 puan, diğer hakemli dergilerdeki yayınlara ise 4 puan verilmiş. Sosyal bilimler alanında TR Dizin kapsamında her üniversitenin bir fakülte dergisi veya bir enstitü dergisi bulunuyor, bu dergiler çoğu zaman etkin olmayan biçimlerde kişisel bağlantılar aracılığıyla makale basıyor, az sayıda gerçekten evrensel bilimsel standartları koruyarak yayın yapan dergi görülüyor. Buna karşılık, alanda tanınmış, çok okunan ve kaynak gösterilen bazı dergiler ise TR Dizin’de yer almıyor, bu bürokratik döngüye dahil olmuyor.
Doçentlikle ilgili bir başka sorun ÜAK’ın doçentlik kriterlerinin dışında her bir üniversitenin kendi kriterlerini uygulaması, üstelik hem devlet hem vakıf olmak üzere bazı üniversite kriterlerinin ÜAK kriterlerinden yüksek olması, bu nedenle atama sürecinin olması gerekenden daha da uzun sürmesi. Benzer bir durum profesörlük atamaları için de söz konusu, böyle olunca birçok doçent kendi üniversitesinde profesörlük kriterlerini karşılayamayınca başka bir üniversiteye gitmeyi tercih edebiliyor; ancak bunun da aile birliği açısından olumsuz sonuçları oluyor. Dolayısıyla atama ve yükseltme kriterlerindeki çift başlılık, işlerin bir nebze daha zorlaşmasına neden oluyor.
Üçüncü bir zorluk ise kriterler ve kadro kapasitesi arasındaki tamamlayıcı ilişki. Kriterler sürekli olarak zorlaştırılıyor çünkü akademik emek piyasası gedik bir piyasa, belli bir kapasitesi var ve yükseldikçe bu kapasite giderek daralıyor. Ancak alttan gelen genç akademisyen sayısı arttıkça akademik emek piyasasındaki rekabet ve baskı da artıyor. O zaman bu noktada durup, öğrenci sayısı, öğrencilerin programlara dağılımları, üniversite tercihlerindeki eğilimler, bunları karşılayacak akademik personel ve bu personelin programlara dağılımları izlenmeli, bunun sonucunda bir projeksiyon yapılmalı. Aynı zamanda ekonomideki dönüşüm, öne çıkan sektörler ve ihtiyaçlara yönelik programlar desteklenmeli. Üçüncü bir müdahale ile eğitim ve araştırma faaliyetlerinin kısmen de olsa birbirinden ayrılması, akademik kariyer yapan doktoralı gençlerin bir kısmının fakültelerde değil araştırma merkezlerinde istihdamının sağlanması gerek. Ama ne yazık ki araştırma merkezleri sıklıkla fakültelerin arka bahçesi olarak kullanılan, kendilerine ait ödenekleri olmayan, akademik personelin hasbelkader idare ettiği birimler.
ÜNVANLAR VE EVRENSEL KARŞILIKLARI
Birbirini takip eden iki yazıda gerek piyasa yaklaşımıyla gerekse akademik atama yükseltme süreçleriyle ilgili olarak ortaya çıkan, bilimin aslında hiç de bilimsel olmayan bir kurumsal çerçeve ve ilişkiler ağıyla cendereye alınmış olduğudur. Akademisyenleri para hesabına, puan yarışına, yayın baskısına sokan bütün bu kurgu, bilimi ve bilimsel kaygıları geriye iter. Yeterli maddi koşullara ve doğru kişisel bağlantılara sahip olan ama üniversitenin dinamiklerini bilmeyen televizyon karakterleri birdenbire doçent oluverirken, genç akademisyenler maddi kaygılarla, kadro sıkıntısıyla, sürekli yenilenen ve bürokratikleşen şartlarla başa çıkmaya çalışıyor. Bu nedenle öncelikle akademik emeğin değerinin yeniden belirlenmesi, akademik personelin iş güvencesi, gelir güvencesi ve sosyal haklar yönünden güçlendirilmesi, bunun yanı sıra özgür düşüncenin filizlenmesine uygun kurumsal özerlik ve demokratik bir ortamın yaratılması, moda deyimle bilimsel düşüncenin gelişimine uygun bir ekosistemin inşa edilmesi gerekir.
Akademik kariyer basitçe meraktan, bilgiye olan açlıktan beslenir. Bilimsel merakını canlı tutan, yeni sorulardan heyecanlanan ve kendini her daim bir öğrenci olarak gören akıl üretken olmaya, cevaplarını bulamasa da sorular sormaya devam eder. Bilim cevapların değil soruların peşinden giderek gelişir. Aydınlanma, aklın, akılcı sorgulamaların bir ürünüdür. Dünyevi kaygıların baskısıyla bulanan aklın özgür düşünceye, doğru sorulara ve aydınlanmaya ulaşması oldukça güçtür.