Doğa izin verir, norm yasaklar: Haz ve üreme*
Cinsel dürtü duyuyorsunuz. Bu sizi cinsel ilişki davranışına yöneltiyor. Bu davranış sonucunda bu dürtü geçici olarak tatmin oluyor. Peki burada üreme nerede? Üreme, bu sürecin olası bir sonucu, ama “tek sonucu” ya da “amacı” değil. Zaten evrimin ya da genel anlamda doğanın bir amacı yoktur.
Tolga Yıldız
Dürtü, canlının biyolojik ve/veya psikolojik denge durumunun bozulmasıyla ortaya çıkan içsel bir gerilimdir. İhtiyaç duyma hali. Dürtü, canlıyı bu ihtiyacı giderecek davranışları yapmaya güdüler. Güdü, canlının bu rahatsız edici ihtiyaç duyma haline bilinçli ya da bilinçsiz olarak son verecek davranışı ortaya çıkaran içsel güçtür.
Canlılar, “dürtü-güdü-davranış-dürtünün ortadan kalkması ve yeniden dürtü” şeklinde kabaca özetlenebilecek, gidip gelen bir denge ve dengesizlik grafiği çizerek çevreleriyle dinamik bir etkileşim halindedirler.
Örneğin açlık. Vücudumuz, güneş enerjisini -bizler açısından- besine çeviren bitkileri ve ayrıca bu bitkileri tüketerek beslenen hayvanları da sindirerek güneş enerjisini dolaylı yollardan kas enerjisine çeviren karmaşık bir organizmadır. Bu dönüşümün sürmesi, temel dürtülerimizden biri olan açlığa bağlıdır. Açlık duyunca yemeye güdüleniriz. Bu, öğrenilmemiş, yani doğuştan gelen ve tüm türdaşlarımızla ortak olan içgüdülerimizden biridir. Bu güdü, yeme davranışına sebep olur.
Psikolojik güdülerimize örnekse oruç tutma olsun. Oruç, kültürel bir çevrede öğrenilmiş bir ritüeldir. Yapılmadığı takdirde psikolojik bir huzursuzluk yaratabilir. Bu yüzden oruca inanan insanlar için psikolojik bir ihtiyaç haline gelmiştir. Bu dürtü de bizi aç olsak dahi bir süre yememe davranışına güdüler. Gördüğünüz üzere psikolojik bir güdü, biyolojik bir güdüyü erteleyebilir.
Memeliler için cinsel ilişki davranışını ortaya çıkaran dürtü, cinsel haz, coşku ihtiyacıdır. Cinsel dürtü, belirli dışsal uyaranların etkisiyle ve belirli zamanlarda oluşur. Evrimsel olarak kuşaklar boyu doğal seçilime uğramış ve dolayısıyla bir sonraki kuşağı oluşturmada işlevsel olmuş bir içgüdü. Ancak içgüdüler ile evrimsel işlevleri arasında doğrusal bir ilişki olmayabilir.
Şöyle açıklayayım. Cinsel dürtü duyuyorsunuz. Bu sizi cinsel ilişki davranışına yöneltiyor. Bu davranış sonucunda bu dürtü geçici olarak tatmin oluyor. Peki burada üreme nerede? Üreme, bu sürecin olası bir sonucu, ama “tek sonucu” ya da “amacı” değil. Zaten evrimin ya da genel anlamda doğanın bir amacı yoktur. Memelilerde bazı cinsel ilişkiler üreme ile sonuçlanır. Ancak cinsel ilişki ile üreme arasında doğrudan bir neden-sonuç ilişkisi yoktur. Aradaki mekanizma döllenmedir.
Kısaca tüm süreç şöyle cereyan eder: Memelilerde bazı cinsel ilişkiler döllenmeye sebep olur, bazı döllenmeler de üreme ile sonuçlanır. Oysa ki cinsel dürtü duyan birey açısından üreme doğrudan bir sonuç değildir. Yönelim, bu dürtüyü ortadan kaldırmaktır. Üreme, dolaylı yollardan, olası ve çok değerli bir evrimsel sonuçtur.
BİR NEDEN OLARAK ÜREME
Üremeyi cinsel ilişkinin nedeni gibi kurgulamak, mantık kurallarına uygun değildir. Üreme bir sonuçtur. Ona neden olan şey döllenmedir. Döllenmeye neden olan şey ise cinsel ilişkidir. Cinsel ilişkiye neden olan şey de cinsel hazdır.
Cinsel haz ihtiyacını gidermenin ise, birçok yolu olsa da, sonucu bellidir: Memelilerde orgazm ve ejakülasyon. Bunun için mastürbasyon dahi yeterlidir. Birey açısından süreç burada biter, bu kadar. Döllenme oldu mu, üreme ile sonuçlandı mı, bunlar bireyin cinsel dürtüsünü tatmin ettiği meseleler değildir. Ama ne kadar uygun sıklıkta cinsel dürtü duyulur ve cinsel ilişki davranışı gösterilirse döllenme ve üreme olasılıkları da artacaktır. Evrimsel matematik budur. Unutmamalı ki bireyler, evrimsel süreçlerin rasyonel aktörleri değil sadece araçlarıdır.
Tekrarlıyorum: Cinsel haz veren davranışlar ile üreme arasında doğrudan bir ilişki yok. Doğa, cinsel haz veren davranışların maksimize edilmesini seçmiştir. Fakat haz veren davranış haz verir hâlâ. Bu, üreme olasılığını arttırır sadece, ille de üremeye sebep olmaz.
“Birey, cinsel haz veren davranışı üremek için yapıyor” demek biyoloji bilimine aykırıdır. Aynı davranışı yaparak bonobolar ve yunuslar sosyalleşiyorlar da, tıpkı bizim gibi. Bir davranışın ya da bir organın tek bir işlevi olduğunu düşünmek ve hatta işlevlerinden birinden yola çıkıp o davranışı veya organı dar bir bakış açısıyla tanımlamak abestir.
Mesela kanat. İlkel böceklerin güneş ışığından daha fazla yararlanabilmesini sağladığı için seçildiği düşünülen bir organdır. Çok sonra belirli şartlarda uçmaya da yaramıştır. Bu durumda “hayır, kanadın fıtratı ışık paneli olmak, onu uçmak için kullanan edepsizdir” mi diyeceğiz.
Buradaki ciddi mantık hatasını umarım anlatabilmişimdir. Cinsel hazla üreme arasındaki ilişki, üremeden geriye doğru gidersek doğrusal gibidir. Ancak üremek bir sonuçtur. Olması gerektiği gibi, nedenden sonuca doğru giden yola baktığımızda ise bu ilişkinin doğrudan değil dolaylı (aracılı) olduğunu görürüz.
Biyoloji bilimi, dişi memelilerin bebek doğurmasıyla dişil-eril cinselliğinin arasında karmaşık bir mekanizma olduğunu gösterdi. Bugün bir baba, çocuğunun çok büyük bir olasılıkla kendi spermlerinden birinin partnerinin yumurtasını döllemesi sonucu olduğunu öğrenebiliyor. Ancak binlerce yıl bu bilgiden yoksunduk. Taş devrinde dişilerin mesela orman ruhunun üflemesi sonucu gebe olduğunu düşünüyorduk. Kadınların tek başına yeni bir insan yaratma kabiliyetleri olduğuna inanmıştık. Yani sevişmek başka bir şey, doğum yapmak bambaşka bir şey sanmıştık.
CİNSELLİK KÜLTÜRÜ
Cinsel ilişkinin birçok sonucu olabilir. Üremek kadar hayati olan başka bir sonucu da partnerlerin birbirlerine duygusal bağlılığını perçinlemek. Ama her defasında partnerlerin cinsel haz ihtiyacını gideriyor, metabolizmayı dengeliyor.
Yine açlık örneğine dönelim. Açlık hissettiğimizde yemek yiyoruz. Ama bunu bir flörtün parçası da yapabiliyoruz. Hem yemek yiyip hem birbirimizi daha yakından tanımaya çalışabiliyoruz. Cinsel ilişkinin de bu gibi işlevleri var. Ailecek yenen akşam yemekleri gibi cinsel ilişki de bağlanma dürtünüzü tatmin ediyor. Ya da belirli bir kimliğe ait olduğunuzu hissettiriyor.
Cinselliğin birçok biyolojik veya psikolojik ihtiyaçla ilişkili olması gayet doğal. Bu “multifonksiyonellik,” evrimsel ekonomidir. Psikolojik ihtiyaçlar, yukarıda bir yerde değindiğim üzere öğrenilmiştir. İnsan öğrenmelerinin ciddi bir kısmı ise kültüreldir. Yani bir önceki kuşağın davranışlarını model alıp tekrar etmeye dayanır. Bugün “meşru” cinsellik ve üreme ile tanımlanan aile kurumu psikolojik bir ihtiyacın yansımasıdır. İnsanlık tarihinde rastgele ortaya çıkmış ve hayatta kalmayı kolaylaştırmak başta olmak üzere birçok evrimsel işlevi olduğu için tekrarlanarak sistematik hale gelmiştir.
Ailenin icadı kalabalıklaşmaya yaramıştı. Kalabalıklaşma, aile sistemini gittikçe daha sofistike hale getirdi. Bu süreç, üretim biçimlerini dönüştürdü ve tarımla birlikte artık geri dönülemez bir biçim kazandı. Tarım daha fazla nüfus, daha fazla nüfus ise tarım demekti. Aile, farklı çevrelerde farklı biçimler aldı ve daha yeni üretim ilişkilerine de entegre oldu. Ama bakım, iş bölümü ve dayanışma işlevlerini hep korudu.
Aile, insan türünün biyolojik varoluşuyla ilişkili temel bir kültürel yapı. Fakat ailenin tek amacı üremek değildir. Aile, ta başından bu yana mevcut üyelerinin çoğunu hayatta tutmaya yarayan ekonomik bir örgütlenmedir. Çocuk, sadece bir çıktıdır, ki o bile ekonomik bir işleve sahiptir. Ancak bunlar rasyonel olarak düzenlenmemiştir. Rastlantılar eseri ortaya çıkmış ve işlevsel değeri yüksek olduğu için tekrarlanarak sistematik hale gelmiştir. Kültür, bu yönüyle evrime oldukça benzemektedir.
Ancak kültür, en nihayetinde bir mittir. Birçok insanın inandığı ve başkaları inandığı için benim de inandığım, inanmadığım zaman bir şekilde cezalandırıldığım (hiç olmazsa gruptan dışlanma en kadim cezalandırmalardan biri olarak hep işler) soyut bir gerçeklik rejimidir. Tarihte bir durumda rastgele ortaya çıkmış kültürel bir çözümün sistematik hale gelmesi, o durum artık değişse bile kendisini sürdürme eğilimi gösterebilir. Kültür, çevresel şartlarla ilişkili doğabilir ama sürdürülmesi o şartlara bağımlı değildir. Çevresel şartlar değişince değişmez. İşte evrimle kültür arasındaki ciddi farklardan biri.
O yüzden değişim biyolojide evrimle olur, kültürde devrimle. Çünkü kültür nesnel değildir. Yarattığımız gibi değiştirebiliriz de. Biyoloji açısındansa bizler mekanik birer zombiyiz. Fıtratımızı yaşarız. Fakat kültür yapaydır, insan eseridir, biz ne dersek odur (“ben ne dersem o” değil ama, yani öznel değil öznelerarası). Kültürün işleyişi biyolojiden oldukça farklıdır.
BAŞKA BİR DÜNYA MÜMKÜN
Kültürel alana biyolojinin yasalarını -eleştirel olmak için bile- atfetmek kültürü tartışılmaz kılar. Çünkü kimse doğanın nesnel yasalarına karşı koyamaz, doğa yasaları iradi yollardan değiştirilemez. Eğer “kadın,” “erkek,” “eşcinsel” olmak evrimsel seçilimin sonucuysa o zaman bunlara zımni olarak doğal demiş oluruz. Bu kimliklerle ilgili belirli bir anda verili olan her şeyi demirleriz. Halbuki kültür dersek başka bir dünyanın mümkün olabileceği bir alan tanımlamış oluruz.
Kültürel değişim nasıl olur peki? Önce küçük bir grup verili kültüre değil de başka bir yerden transfer edilen ya da toplumsal çatışmalar içinde yeni filizlenen bir kültüre (yani başka bir mite, daha geçerli gördükleri yeni -ama çoğu zaman eski görünümlü- bir gerçeklik rejimine) inanmaya başlarlar. Eğer yeni durumda daha geçerli bir çözümse bu yeni kültür, gitgide daha kalabalık gruplar ona inanmaya başlar, onu gerçek kabul ederler. Bu sanıldığı kadar zor değil. Teknik olarak öncekine ne yapılıyorsa, yenisine de o yapılır; inanılır.
İnsan kültürünün biyolojinin kurallarından farklı işleyen bir “doğası” vardır. Bu “doğa,” somut yapıları da, algıları da biçimlendirdiği için hakiki bir düzenmiş gibi sarsılmaz görünür. Ama bal gibi sarsılır. Tarih, bu sarsıntıların kaydından başka nedir ki? Ve her devrim bir çocuğun “kral çıplak” demesiyle başlar.
Unutmamalı, “doğa izin verir, norm yasaklar.” Eril bir insan, başka bir eril insanla cinsel ilişki yaşayıp cinsel haz ihtiyacını ve diğer psikolojik ve biyolojik ihtiyaçlarını karşılıyorsa, karşılıyordur. Bunun doğal olmayan bir tarafı yok. Doğada bir şey varsa vardır çünkü. Hiçbir şey, doğaya rağmen var olmaz. Penisleriyle uçabilselerdi, bu da doğal olurdu. Uçamamalarının sebebi ise yasak olması değil, zaten uçamamalarıdır.
Norm, belirli bir tanıma göre birbirine en çok benzeyen çoğunluk demek. 19'uncu yüzyılda hayatımıza girmiş bir istatistik kavramı (istatistik de 17-18'inci yüzyılda Avrupa’da sigortacılıkla birlikte doğmuştur). Kültürel alanda, belirli bir bağlamda çoğunluğun nasıl birbirine benzer davrandığını tanımlamaya ve bu tanımı kurallaştırma eğilimine denk geliyor artık. Norma uymak, kalabalığın merkezindekilere iyice benzemek; normdan sapmak (sapkınlık) ise o kalabalığa az benzemektir.
Normdan sapmak yasaklanıyorsa, sapkınlar cezalandırılıyorsa bunun sebebi doğa olamaz. Çünkü doğada yasak masak yoktur. Mesela evrime göre çeşitlilik, makbul bir şeydir. Çevresel şartlar değiştiğinde türü ayakta tutabilecek tür içi alternatifleri tanımlar. Küçük bir örnekle açıklayayım.
'YORGANDA KENE VAR'
On dokuzuncu yüzyıla kadar yemyeşil olan Büyük Britanya adasında “normal” bir kene (yani diyelim ki on keneden dokuzu) açık renkliydi. Koyu renkli çok azdı. Sanayi Devrimi'yle birlikte gece gündüz ve dört mevsim duman altı olan Londra’da açık renkli keneler avcılarına görünür oldular ve artık kolay av oldukları için tüm keneler içindeki sayıları hızla azaldı. Ancak bu sefer de azınlıktaki koyu renkli keneler, karanlık bir ortamda avcılarından daha kolay saklanabildiklerinden hızla çoğaldılar ve Londra’daki toplam kene popülasyonu zaman içinde koyulaştı. Bir zaman önce anormal olan (koyu renkli olmak) bir zaman sonra normal oldu.
Koyu renkli kene olmak yasaklansa ve tüm koyu renkli keneler öldürülseydi, 19'uncu yüzyıldaki çevresel değişimle birlikte tümü açık renk kalmış keneler kolay birer lokma olduğunda kene türü tamamen tükenirdi. O yüzden tür içi çeşitlilik, türün değişen çevresel şartlara uyumu açısından avantajdır.
Kültür için böyle kabul edilmiyor gibi görünüyor ama. Çünkü kültür, şartlar değişse de kendisini sürdürme eğilimi gösterir. Yapısı insanlararası (toplumsal) ilişkilere dayanır ve kırılgandır. Rastgele ortaya çıkıp sistematik hale gelerek her zaman öyleymiş gibi görünen ve mevcut kuşak halihazırda öyle formatlandığı için ısrarla korunan eski kültürel çözümlerin yerine yeni bir çözümü tartışmaya açmak bile çoğu zaman sıkıntılıdır, büyük tepkilerle karşılanır.
'TÜM YASAKLARI YASAKLA'
Dün “tanrısal mutlak düzen”e, bugünse “doğal mutlak düzen”e aykırı davrandığı için (hatta aykırı düşünülmesi bile yeterlidir artık) büyük eziyetler çektirilen insanlar olduğunu biliriz. Halbuki doğaya aykırı davranmak imkansızdır. Konumuza geri dönersek, cinsel haz biyolojik bir ihtiyaç ama bu ihtiyacı gideren cinsel ilişki psikolojik güdülerle de bezeli, yani biyolojik olduğu kadar kültürel de bir davranış.
İnsanların her türlü cinselliği psikoloji ve biyoloji yasalarıyla açıklanabilir. Yazının ilk kısımlarında uzun uzun anlattım. Mastürbasyondan tutun oral, anal ya da grup sekse kadar doğa açısından hiçbir olağanüstülük yoktur. Ancak kültür açısından bazen olağanüstü olanlar olmalı ki bazıları yasaklanmakta, o norma uymayan bireyler acımasız yaptırımlara uğramaktadır.
Fakat şöyle bir mesele de var: Psikolojik güdüler kişiden kişiye değişebilir. Kimimiz yasaklara uyarak, kimimizse yasaklara karşı çıkarak psikolojik huzura erişiriz.
*Bu yazı ilk olarak Academia'da yayınlanmıştır.