Ekin Saçlıoğlu'nun Galata Rum Okulu'ndaki "Bunlar Fabl Değil Çocuklar" sergisi, soyu tükenmeye yakın veya ortadan kalkan türlere görsel söz hakkı tanıyan dramatik bir tespitler bütünü. Saçlıoğlu, bunun hafızaya etkisinden de bahsederek, "Yaşadığımız bir toplumsal olay, çok başka bir şekilde gelecek kuşaklara aktarılacak belki; çünkü verinin çok hızlı biçimde işlediği, kayıp durduğu bir coğrafyada bunu nasıl tutacağız ? Nasıl kontrol edip olumlayabileceğiz?" sorusunu yöneltiyor.
İstanbul Karaköy'deki tarihi Galata Rum Okulu, 1 Nisan'a kadar Ekin Saçlıoğlu’nun sekizinci kişisel sergisine ev sahipliği yapıyor. Saçlıoğlu’nun ‘Bunlar Fabl Değil Çocuklar’ adlı sergisi, Pazar ve Pazartesi hariç, Salı - Ctsi 12:00 - 18:30 arasında ücretsiz gezilebiliyor.
25 Mart saat 13.00'de, okul binasında eserlerine dair özel bir tur sunacak sanatçı sergisinde, milyonlarca yıl dünyada yaşamış, ancak günümüzde soyu tükenmiş ya da tükenmeye yüz tutmuş canlılara, nesli tükendi zannedilse de halen varoluş mücadelesi veren hayvan türlerine ve yaşayan fosil bitkiler gibi daha nicelerinin hikâyelerine yer veriyor.
Desenlerin, resimlerin, heykellerin, bitkilerin, yosunların ve çeşitli yerleştirmelerin yer aldığı sergide, Saçlıoğlu, Galata Rum Okulu’nun taşıdığı geçmişe referansla, çok sayıda çocuğun belleğinde yer etmiş bu mekânı, açık bir kitaba dönüştürüyor, bilinen ve bilinmeyen kayıpların peşine düşüyor, izleyiciyi yaşayan bir fablın içine girmeye davet ediyor.
Sergi tanıtım yazısından alıntıyla, "İnsanoğlunun, kendisine karşı bir tehlike olarak gördüğü yabanıl hayatı, kontrol altına alma arzusu ile yok edici bir güç gösterisine dönüşen, öldürülmüş hayvanlarla fotoğraf çektirme merakı, Saçlıoğlu’nun resim ve desenlerine esin kaynağı oluyor. Soyu tükendiği sanılan Anadolu Leoparı'ndan, sayıca oldukça azalmış Anadolu Vaşağına, farklı zaman dilimlerinden gelen ancak benzer geçmişe sahip türler bu sergide karşımıza çıkmakta. Yine, soyunun tek örneği olarak 2012’de ölen ‘Yalnız George’ isimli kaplumbağanın bire bir ölçülerde yapılmış kabuk replikası da, sergide ‘yok olmaya’, ‘yuvayı terk etmeye’ dair bir metafor olarak yer buluyor.
1800 yıllık bir antik kabartmada betimlenen Anadolu leoparı, sanatçının bir heykelinin esin kaynağı olurken sergideki bir başka çalışma, dünyada sadece üç tane kalmış olan Beyaz Kuzey Gergedanı'nı konu alıyor. Gergedanlar, portreleri ile birer insan gibi kişiselleşiyor."
25 Mart'ta Saçlıoğlu ile sergisi üzerine söyleştik.
Bu sergiyi yapmaya niçin karar verdin ?
Bu serginin çıkış noktası benim 2011'de yaptığım, "Coelacanth: 65 Milyon Yıldır Yok Sanılmak" isimli bir resim. O zaman okuduğum ve İş Bankası Kültür Yayınları'ndan çıkan, "Bitkilerin En Güzel Tarihi" ve "Hayvanların En Güzel Tarihi" gibi kitaplar benim son yıllardaki üretimime bayağı bir ışık tuttu aslında. Coelacanth 65 milyon yıldır yok sanılan ancak daha sonra yeniden bulunan bir Lazarus taksonu türü. Aynı zamanda yaşayan fosil denilen türlerden de biri. Bu resmi yaptığım zaman da bu 65 milyon yıldır yok sanılma durumunun benim için metaforik çağrışımları vardı. Hüzünlü gelmişti bu bana. Aynı zamanda çok insan merkezli bir bakıştı. Gözlerden uzakta, varolduğun bilinmeden 65 milyon yıl hayatına devam etmek... o resimden sonra bu konu orada kalsa da arada üzerine düşünüyordum. O resimde biraz bu sergide yaptığım işleri de çağrıştıran bir durum oluşmuştu.
Sonra bunlar, biraz herhalde yaşadıklarımızın da etkisiyle benim kafamda geçen yaz yeniden oluşmaya başladı. 15 Temmuz'dan sonra gitme, barınma, kalma, giden arkadaşlar ve bütün bu endişeler doğrultusunda, okuduğum bu bitkiler ve hayvanlara dair bilgilerle bir arada... Örneğin kabuklu, küçücük bir canlının Avrupa'dan göç yoluyla buralara Anadolu’ya gelmiş olduğunu öğrenmiştim. Aslında bu hayvanlara baktığımızda o kadar ortaklık var ki, bunu İnsanlık ile karşı karşıya konumlandırmamız çok olası: İstilacı türler, bulunduğu ortamı değiştiren türler, soyu tükenenler, Lazaruslar, göç edenler... ara ara aklıma geliyordu. Sonra o ara, Rum Okulu'nda bir sergiye gitmiştim ve Hera ile tanıştık. Yazın birden, bu aklımdaki işlerin, serginin mekânı mutlaka burası olmalı diye düşünerek Hera Büyüktaşçıyan’a bir mesaj attım. Onun da aklına yattı bu sergi fikri. Sonbahar gibi de 11 yıldır çalıştığım galeriden ayrıldım. Tek başına tam bağımsız bir sergi yapma deneyimi bana daha cazip geldi. Yorucu da olsa bunu yapmam gerektiğini düşündüm.
Bu süreçte arşivsel bir altyapı kurdun mu ?
Daha çok İnternet üzerinde araştırma yaparak, ilgimi çeken türlerle ilgili görsellerin ve bilgilerin çıktılarını aldım. Soyu tükenmiş türleri, Lazarus türlerini listeledim ve desenledim, öteki türlerin birbirleriyle ilişkileri de devreye girdi.
Sence bu içeriği ile ulusal bir sergi mi, bireysel mi, küresel mi ?
Aslında klasik bir sergi demek geliyor içimden. Bu sergideki dertler bizlerin klasik dertlerine denk düşüyor ama, bunlar insanlık tarihi boyunca sürekli yaşanan dertler de olduğundan, bunu bireysel, grupsal ve küresel bazda tarihsel olarak da yaşıyoruz. Azınlıkları düşündüğümüzde bu daha da öne çıkıyor. Klasik deyince yine, aklıma Italo Calvino'nun "Klasikler Neden Okunmalı?" isimli çalışması geliyor. Hani anlatır orada... Klasiklerin güncel olandan farkını ortaya koyar...
Biraz da bunu düşünerek, yaşananların tekrarlanıyor olması ama bazı insani değerlere ait olması... Kimi şeylerin niye eskimediği gibi, buradaki dertler de bana temel dertler gibi geliyor. Bu yönüyle serginin bu okulda açılması, etkinliği yüzde yüz tamamlıyor. Başka bir yerde de açabilirdim ama bu mekânın fiziksel etkileyiciliği bir yana, ki hep burada bir şey yapmak istemişimdir, ayrıca mekanın kimliği de bu serginin daha anlamlı olmasına destek oldu. Burası 80’lerde öğrenci sayısının azlığından kapanmış bir okul. Bir tür soy tükenme durumu bu ve çok önemli. Okulun bu özelliği ve serginin içeriği 'cuk' oturdu diyebilirim.
Yaşama dair bir farkındalık ve acizlik hali yayıyor bu sergi, ne dersin ?
Bizim bugün burada olmamız bile bana mucize gibi geliyor aslına bakarsan, bu benim daha önceden düşündüğüm bir şey değildi. Sergiye koyduğum bitkiler, yani milyonlarca yıldır burada olan gingko, sığla, at kuyruğu, eğrelti otu gibi bitkilerden sonra düşündüm bunu. İlk insanın devamıyız, bilmediğimiz bir şeyin var olan devamıyız. Ve biz seninle ve bu söyleşiyi okuyacak olanlarla zamandaşız. Bir sürü hastalıktan, soykırımdan, savaştan geriye canlı kalmış olanın devamıyız. Mucizevi bir şey. Ben aslında senin öne sürdüğün durumu bir acizlik değil de, rahatlatıcı bir durum olarak algılıyorum. Çaresiz hissettikçe, bizden sonra gelecek çocukları ve durumları düşündükçe kendime "Yahu sen koskoca bir insan türünün sadece bir tane bireyisin, milyonlarca varlıktan bir tanesisin. Kendin için değerlisin ama, aynı zamanda o kadar da değerli değilsin," diyorum.
Çocuklar da aynı şekilde. Tüm bir tür açısından bizim çocuklarımız da değerli değil. Benim çocuğum benim için değerli ama insan türü için milyonlarcadan biri sadece. Bir şey ne kadar değerli ise, kaybetmesi belki de o kadar korkunçlaşıyor. Ben bunu bir türün bir parçası olmamız bakımından düşünüyorum. Bu şey gibi, toplumsal olayların içinde olduğunda, gündemin içinde iç sıkıntısı ile kaybolurken, birden örneğin bir gezegen ya da galaksi bulunduğu haberi geliyor ya da bir galaksinin fotoğrafı karşıma çıkıyor. İşte bu bende bir rahatlama yaratıyor. Sen koskoca bir evrenin içindeki canlılardan birisisin şeklindeki düşünce beni rahatlatıyor.
Niçin farklı malzemelere yöneldin ?
Ele aldığım konu tek bir tür olmadı çünkü. Anlatmak istediğim hikayeler de çeşitliydi. Ben ikinci kişisel sergimi açtığımda, bu benim için bir kırılma noktası olmuştu. O sırada her resmin neye ihtiyacı varsa, ona sahip olmasını istedim. Bu aynı zaman da istediğim her şeyin resmini yapabileceğim anlamına da geliyordu. Üslûpçu bir yaklaşımla resimler yaparken kendi kendime söylediğim bu iki söz beni özgürleştirdi. Şimdi bunun olabilirliği konusunda şüphelerim bulunsa da o zaman bir tür üslupçuluktan kaçıştı benim için. Burada da o aynı mantığın bir devamı var gibi. Bu tabii biraz güncel sanat üretim yöntemi. Ben burada örneğin, sergilenen rölyefin o şekilde olması gerektiğini düşündüğüm için onu öyle yaptım.
Sergi metni işlerle eş zamanlı olarak mı belirdi?
Basına yönelik benim ilk yazdığım metin biraz daha ayrıntılı ve uzundu sonra kısaltıldı. Onu, Hera ile birlikte bir tanıtım ve sergiye çağrı metni olarak düzenledik diyebilirim. İşler bittikten sonra yazıldı.
Serginin duygusal bir tepe noktası var mı? Belli bir iş özel bir yerde mi?
Sanırım yok. Çünkü bazen bir hayvan, özellikle Leopar birkaç işe birden konu olabiliyor. Dönüp dolaşıp, ona varabiliyorsun. Ama belki sergiyi gezerken bitkilerin olduğu odayı en son görmek daha iyi olabilir. Serginin bütününde kayıplar, tükenmeler var ama o güneşli, aydınlık, bitkili odada yeniden yeşerme, hayata tutunma duygusu kendisini gösteriyor. Bir de aslında aklımda olmayan ama şimdi çok hoşuma giden bir durum var. Sığla ve gingko filizlenmeye tomurcuklanmaya başladı. Ve sanırım sergi bitene kadar bitkiler büyüyecek ve çiçek açacaklar.
Hafızanın da bir tür coğrafya olduğunu ve orada da soyu tükenen şeyler olduğunu, orada da bir tür hayatta kalma savaşı yaşandığını söyleyebilir misin?
Evet, çünkü hafıza da organizasyona açık bir yer ve bunu kendimiz de yapıyoruz. Bazen, hatırladığımızı sandığımız şeyler aslında orijinalinde öyle olmamış oluyor. Kendimiz çarpıtıyoruz. E, aynı şekilde zaten toplumsal bellekte de benzer çarpıtmalar var. Bu, biraz iktidarın da oluşturduğu bir şey olduğu için, örneğin bundan sonra da böyle olacaksa, bizim yaşadıklarımız tamamen çarpıtılmaya devam edecek. Belki de yaşadığımız bir toplumsal olay, çok başka ve doğru olmayan bir şekilde gelecek kuşaklara aktarılacak... Biz verinin çok hızlı biçimde işlediği, kayıp durduğu bir coğrafyada bunu nasıl tutacağız ? Nasıl kontrol edip olumlayabileceğiz ?
Bir de bellek ve mekanla ilgili ‘hafıza sarayları’ aklıma geliyor. Bellek üzerine çalışan Douwe Draaisma’nın bazı kitaplarını okumuştum bir ara. ‘Bellek Metaforları’nda bizzat bunlardan bahsediyordu, ambar, hücre, tiyatro, hep fiziksel mekanı işaret eden metaforlar. Zihinde yaratılan mekanlar vasıtası ile hatırlama...
Belki bir de kendimle ilgili şöyle bir tespitim olabilir. Eskiden de bellek, anılar, bu alandaki yanılsamalar, çarpıtmalar gibi konular benim için önemliydi, hatta hatırlarsın bir sergimin ismi ‘Hikayeci Bellek’ idi. O zaman çok kişisel, otobiyografik olan üzerine kafa yorarken hep içime bakarken, içeriyi parçalarken, şimdi bütünlüğümü kazanmış bir şekilde dışarıya bakıyorum. Bellekle olan merakım da belki kişisel olandan biraz daha toplumsal olan üzerine kaydı.
Tıpkı sergide desenlediğin nesli tükenen vaşak kompozisyonu gibi. İnsanlar ölüsünü bile daracık bir karton koliye tıkıştırmaya çalışıyorlar. Bırak canlı hafızayı, ölüsüne bile saygı yok.
Tabii, sen böyle söylediğinde daha acı verici oluyor. Sergiyi izleyenlerden biri de dile getirdi bunu. Bizi hiç bir zaman sığamayacağımız bir kutuya sokmaya çalışıyorlar dedi. Çok ilginç aslında, ben bizzat bu düşüncelerle bu işleri yapmış olsam da başka birinden duymak bana başka şekilde bir acı veriyor.
Eserler arasında büyük boyutlu, alt üst olmuş bir dışavurumcu iş var. O resimdeki yabanilik hem seninle, hem de resmin kendisiyle ilgili, bir tür itaatsiz resim. Bahseder misin ?
Tabii resim kendine özgü bir disiplin olarak kendi içinde çok farklı. Ne yaparsan yap resimde kendinden kaçamıyorsun. Kendi el ve göz koordinasyonundan çıkamıyorsun ve bu seni ele geçiriyor. Belki de bu seni sen yapan şey bizzat. Söz ettiğin o resimde belki o karikatürümsü kaplanın oradan bakıyor olması bu etkiye sebep oluyor olabilir. Evet, o karakter, resmin kendi üslûbunu bozuyor. Bu belki benim biraz da yapmaya çalıştığım şey olabilir. Gerçekten en zor olanın her zaman resim olduğunu düşünüyorum. Orada sadece akıl yok, sezgilerle beraber işleyen bir akıl var. Deneyim var, öğrenmek ve sonrasında unutmaya çalışmak, yani bildiklerini yadsımak var, el var. bir sürüş var, her hareketin yarattığı izin izleyicide yarattığı başka bir his var. Ben her zaman herkesin ancak yapabildiği şeyi yaptığını düşünmüşümdür. Yani resimde bu iş böyle. Sürekli kendinle boğuşuyorsun. Sanki bir savaş.
Daha çok resimle değil de kendinle olan bir savaş. Mesela ben istesem de resimlerini sevdiğim Hakan Gürsoytrak gibi resim yapamıyorum. Bu el-göz koordinasyonu, buna izin vermiyor. Ben bazen tanıdığım insanları, arkadaşlarımı da resimlerinde gördüğümü düşünüyorum.
Örneğin geçen senelerde bir kaç toplantı olmuştu güncel sanat ve resim ilişkisi üzerine. Orada da bunu örnek vermiştim. Örneğin Antonio Cosentino bir resminde Eczane yazarken Z harfini unutmuş. Aşağıya eklemiş z harfini. Bu mesela Antonio’luk bir durum. Mesela oradaki konuşmacılardan biri Erinç Seymen’di onu söylemiştim, Erinç örneğin bunu hayatta unutmaz. Çok başka karakterler. Ve aslında o karakterler biraz resimlerinde de görülebiliyor. Dolayısıyla belki de aslında bundan kaçamıyorsun. Yani fırçayı sürdüğün anda bir tür üslûp oluşmaya başlıyor. Bu bir savaş gibi, o yüzden sürekli kendinle bir mücadeledesin. Bunu, Ömer Uluç da söylerdi: Ben bu şekilde resim yapmaya mecbur muyum diye sorardı.
Gerçekten her resim bir süre sonra boğuşmaya dönüşüyor. Senin bahsettiğin resimde ise bir kaplan ve leoparın savaşı söz konusu. Leoparı 2013’ de ve 1930’larda vuran her iki adamın da soyadının kaplan olması rastlantısı üzerine çıktı bu işler. Tabii bunu böyle anlatmak başka, resim başka bir şey. Sonuçta yapılan iş görsel, imgeler var ortada, renkler vs, bu bahsettiğim hikaye sonsuz farklı şekilde görselleşebilir. Orada onun iyi bir resim olup olmaması önem kazanıyor. Ben söz ettiğin o resme tepetaklak başlamıştım. Orada bitkiler vardı. Daha leopar filan yoktu. Leoparı daha sonradan yaptım.
Hayvanat bahçeleri hakkında ne düşünüyorsun ?
Hayvanat bahçeleri kapatılsın gibi politik bir düşünce içine girmeli miyim bilmiyorum ama, ben çocukluğumu hatırlıyorum, en güzel günlerimden biriydi oraya gittiğim gün. Keşke, gerçekten iyi şartlarda olabilseler. Doğal ortam dediğin de doğal ortam değil ki bugün...kutup ayısı üzerine çıkacak buz bulamıyor, sözde doğal ortam. Panda doğal ortamında olsaydı bugün belki de yoktu ama ilk insansız doğal ortamında olabilseydi belki de vardı. Ama artık oralardan geçtik, sanayi devrimini geçirdik, dünyayı daha büyük ölçekte etkiledik, bozduk, dönüştürdük. Bugün doğal olan bu oldu. Ama bilemiyorum, o konuda kafam karışık diyebilirim. Yani, madem olacak bari en azından keşke böyle dönümlere yayılan hayvanat bahçeleri olsa.
Bu izleyiciyi insana yabancılaştıran bir sergi denebilir mi?
Bence bunu da izleyiciye bırakmalı. İnsanı sorgulatan bir sergi olabilir. Sergide aydınlanmacı bir tavır yok. Didaktik bir şey yok. Bir durum tespiti var. Serginin ismi zaten buna atıfta bulunuyor. "Bunlar Fabl Değil Çocuklar" derken, Fabl hikâyeye de, yalan söz ve lafa da göndermede bulunuyor. Çünkü fabl Latince hikaye demek, hikaye ise Türkçe’de ‘aslı olmayan anlamı’na da geliyor. Aslında bunlar yalan değil, bunlar gerçek anlamı da ortaya çıkıyor bu şekilde. Diyorum ki bunlar yaşandı ve halen de yaşanıyor. Sen ben, buradan nereye gidip nasıl yaşayacağız diye halen endişe duyuyor ve kaçmayı düşünüyoruz aslına bakarsan. Bizler de buna dahil oluyoruz. Dolayısıyla büyük bir hüküm yok, var olan durumun tespiti var sergide.
Bizi yönlendiren belli tabelalar, harita noktaları, canlı künyeleri ve bilimsel veriler yok sergide. Bunun tam tersine, hayalî bir ortam söz konusu. İzleyiciyi de epey özgür kılıyorsun.
Evet bunu bana başkaları da söyledi. Bu sergiye ek olarak bir fanzin yapmayı istemişliğim de var ama açılışa yetiştiremedim sonra da yapmadım. İnsanların ilk önce sergiyi bir gezerek kendilerinin tecrübe etmesinden yanayım. Öbür türlü, direk metne gömülebiliyorsun. Bu daha önce de bana gelen bir eleştiriydi. Ama bazen bir izleyiciden öyle bir yorum alıyorsun ki, kalkıp da onun bu yorumda bulunmasını engellemek, bence haksızlık. İnsanlar benim görmediğim şeyi de görebilmeli. Zaten öbür türlüsü olsa, bizler yazı yazardık. İmgenin gücünü kullanmaya izin vermek lâzım. İkisi farklı alanlar. Emre Zeytinoğlu'nun imge ve metin ile ilgili bir benzetmesi vardı; daha çok çağdaş sanatın felsefeyle flörtü idi konu edinilen ama bence imge ve metin için de geçerli. Bunların hiç bir zaman birbilerine karşılık veremediğini, ikisinin olanaklarının birbirinden çok farklı olduğunu söylüyordu. Birbirlerinin camına merdiven dayama metaforu aklımda kalmış, kavuşamayan âşıklar filan diyordu sanırım. Çok hoştur o sözleri. Bir konuşmasından kitaplaştırılmıştı. Görselle metnin bir türlü buluşamayışı...
Sergiyi doğada da sergilemek ?
Hiç düşünmedim, ilginç olabilirdi. Ama bu söylediğin belki başka bir şeye evrilir. Ama bildiğin gibi Türkiye'de Dünyadaki gibi Doğa Tarihi Müzesi örnekleri yok... Olanların da durumu ortada.
Bugün belgesel kanalları 4K dijital kaliteleriyle ilgi görüyor. Kimi kapitalizmin tarihini, kimi şöhretlerin tarihini, kimi uzayın, kimi tarihin tarihini vb. belgeselleştirip duruyor. Belgesel denen mefhuma da yabancılaştığın oluyor mu, o da bir kurgu sonuçta.
Eskiden çokça belgesel izlerdim şimdi pek fırsatım da olmuyor. Ama belgeseller bana kitap okumaktansa görselliğiyle vs karşımıza gelen tembel işi bir bilgilenme ve belki de eğlenme kaynağı gibi geliyor. Hazır, ayağına gelmiş ve sen izliyorsun, o geçiyor gidiyor. Yabancılaşma dediğin ilginç tabii. Çocuklara hayvanları öğretirken bile aslında öğrenmediğimiz bir çok şeyi öğrettiğimizi fark ettim. Örneğin penguenden, boyundan, yaşadığı yerden, yediğinden bahsediyorum ama, ben bir penguenle hiç tanışmadım ve kızım da benim gibi, temelde hiç hakim olmadığı yüzeysel bir bilgiyi bir başkasına aktaracak. Örneğin kızım Maya 4 yaşında ve bir zürafa imajı görünce onun zürafa olduğunu biliyor.
Ben ise 5 yaşında Ankara Hayvanat Bahçesi'nde görmüş ve bir fotoğraf çektirmiştim oysa. Ama zürafa defterinin kapağında var diyelim.. Yine de yüzeysel bir bilgi bu. Aslında temel ayarlara dönsek ve doğada bir yerde yaşamamız gerekse, avlanmamız ve kendimizi, çocukları doyurmamız gerekse, hayata dair bildiklerimiz ne olur ? Pazarlama stratejileri, bilmem ne yönetimi olur.. Sanat dünyasında bile kendimizi pazarlıyoruz ama bizim habitatımız, kendi içimizde doğal olan bu gibi duruyor. Doğayla, toprakla ilgili daha işe yarar şeyler bilmeyi isterdim aslında. Bazen çocuğa hiç bir şeyi geçiremiyormuşum, aktaramıyormuşum gibi geldiği bile oluyor bu bakımdan. Sanki boş zihinler heba oluyor.
Ama her eserden, sergiden de bu kadar kurtarıcı olmasını beklemek, yanlış olmalı. Bazı sanatsal pratiklerin neredeyse bilim ve sosyolojiyle rekabeti ortada. Bu sergiye baktığımızda kişisellik seviyesinin iyi korunduğunu, tarif etmekten mümkün mertebe kaçınıldığını, görsel göreliliğe yatkın olduğunu ve şablonlardan uzak kalındığını görüyoruz. Yine de ne kastettiğini iyi bilen bir bütünlük var. Bu bütünlük bir bakıma da sergideki elemanların kendi içindeki yarım kalmışlıklarından ileri geliyor. Bu hem izleyicinin sergiye katılmasını sağlıyor, hem de kalıntılar kendi dertlerini anlatıyorlar, ne dersin ?
Evet ben kendi adıma her daim biraz kurmaca ve yoruma yatkınım.
Belgesel olandan faydalanmayı tercih edebilirim ama onu belgesel niteliği ile göstermeyi tercih etmeyebilirim. Evet bu sergideki hayvanlar ve hayvanlara dair hikayeler gerçek, ama nihayetinde bu benim sunumum. Benim süzgecimden geçmiş bir bakış, bir yorum. Bu kurmacayla belgesel olan arasındaki gerilimi seviyorum ben, benim sanatımda ister istemez hep kendisini gösteren ikilik durumuna da hizmeti büyük.
Sence evrim teorisi ile kapitalizmin akrabalığı var mı?
Burada tüketime bakmalı. Canlılar yalnızca tüketebilecekleri kadarının peşinde. Bizde ise sürekli olarak bir üretim, tüketim ve metalaştırma söz konusu. Doğada bu bir denge içinde ise, bunu kıran, bozan biziz aslında. Örneğin elma bile çürüyerek doğayı besliyor, paraya dönüşmüyor. Ben örneğin iyi bir tüketici değilim. Anneannem terziydi, annem onun belki 40-50 yıllık paltosunu geçenlerde bana verdi. Tam da böylesi bir sergi hazırlarken yakası astraganlı bu paltoyu kullanmak doğru olur muydu vs bunları çokça düşündüm. Almış olduğum bir şey değildi sonuçta, hızlı tüketim ile her yıl yenisi alınan elyaf paltolara para harcamaktansa bunu kullanmak bana daha doğru geldi sonuç olarak. Dediğim gibi iyi bir tüketici değilim ortaokuldan beri giydiğim kazaklarım var. Ama bahsettiğin üretimin, tüketilmedikçe aynı şey olduğunu düşünmüyorum.
Çiçekler yayılabilmek için hayvanları kullanır meselâ. "Arzunun botaniği" kitabında bu konu çok iyi işlenmiştir hatta. Bunların hepsi miktarlarla çok alâkalı. Az tüketen biri olarak, böyle bir Dünya görüşü de varsa, kendimizi diğer türlerden daha fazla haklı görmemeliyiz. Türler olarak da eşit olmalıyız. Eğer tanımazsak da, zaten yakında birbirimize bağımlı olarak gideceğiz. Örneğin bir kaç sene önce Küba'ya gittim. Bir ülke bu kadar az enerji tüketirken, ABD'nin bunca enerji tüketiyor olması bana adil gelmiyor. Dava açılmalı bu konuda hatta. Dünya hepimizin, gönül ister ki doğan her canlının eşit hakkı olsun. Ama eşitlik işleyen bir değer değil ne yazık ki.