“Doğan çocuğun adını koyma” tabirini ilkin Abdurrahman Şeref Bey kullanmıştı. Osmanlının son vakanüvisi olarak görevini saltanatın kaldırılışına kadar sürdürmüş ve sonra 1923 yılında yenilenen 2. Meclise İstanbul mebusu olarak katılıp en yaşlı üye sıfatıyla ilk toplantının başkanlığını da üstlenmişti. Halk Fırkası grup toplantısında cumhuriyetin ilanı üzerine tartışmalar sürerken eski devletin son resmi tarihçisi, yeni devletin rejimine dair sürecin doğal seyrine ilişkin ilk tarihi tespiti yapmış oldu. Sonraki yıllarda Rauf (Orbay) Beyin hatıraları dahil pek çok metinde bu tespitin benimsenip kullanıldığını görürüz.
Cumhuriyetin 93. yılında bugün belki çok daha farklı tespitler yapılabilir ama yaşanmakta olan siyasal vakıanın bu denli özlü anlatımı bana rakipsiz bir tespit olarak görünür. Osmanlı Devletinin İstanbul’daki hükümetlerine ve işgal kuvvetlerine karşı eş zamanlı olarak hem siyasal hem askeri mücadeleden başarıyla çıkmış Anadolu’nun hanedanı, iktidarına ortak etmesi mümkün olamayacağı için zaten saltanat da kaldırılmıştı. İlk meclisin açılışında hâkimiyet-i millîye üzerinde otorite tanınmadığı temel ilkesi genel kabul görüp milli mücadele süresince uygulanmışken Ankara’nın yani doğan çocuğun, deyim yerindeyse kendi göbeğini kendi keserek elde ettiği hayat hakkını, İstanbul’a devretmesi düşünülemezdi. Bir bakıma eski Türk usulünü, Dede Korkut hikâyelerinden aşina olduğumuz geleneği andırır biçimde doğan çocuk hünerini sergileyip rüştünü ispat ile hak ettiği Türkiye Cumhuriyeti adını almıştır.
Cumhuriyetin mecliste kabul ve ilanı sürecine ilişkin yaşanan siyasi rekabet ve geliştirilen taktiklerle muhaliflerin itiraz edemez hale getirilişi ayrıca tartışılır elbette. Cumhuriyetin ilanından sonraki ilk evrelerde baskıcı bir rejim olarak tezahürü de bizim tarihimize ilişkin gerçekler. Bugün o gerçekleri, tarafgirlik ya da karşıtlık duygularından kurtulmuş, iyisiyle kötüsüyle bizi biz yapan geçmişimiz olarak değerlendirecek olgunluğa erişmiş olmalıyız. Ancak böyle bir olgunluk, erken evrelere ait ve bugün sorun yaratan uygulamaları serinkanlılıkla gözden geçirip yeniden düzenleme gücü verebilir.
Genç Cumhuriyetin dönemsel gerçeklik ve ruh iklimiyle doğrudan ilişkili biçimde katı tedbirlerle Kürtleri ve Müslümanları baskılamış olması, büyük acılar yaşatmış olması bakımından yanlış elbet. Hiçbir şekilde savunulamaz ama nedenleri anlaşılabilir. Ancak sorun olan o döneme özgü koşulların 93 yıl sonra hala aynı olmadığını bilerek eski politik yaklaşımları aynıyla sürdürme çabası. İşte bu affedilemez ve bizlere, bizim kuşağımıza ait hatalar. Osmanlı, o inanılmaz gayretler sergilediği çöküş sürecinde, tarihin kalın çizgilerini izlediğimiz zaman net olarak gördüğümüz çok önemli bir miras bıraktı bizlere. Milli Mücadeleyi başaran, yeniden teşkilatlanarak yeni bir devlet kurma becerisine sahip o şahane nesil, Osmanlının mirası. Başta Atatürk olmak üzere ninelerimizin, dedelerimizin nesli, akıl almaz fedakârlıklarla kendilerine düşen tarihi sorumluluğu hakkıyla yerine getirip, toprağın bağrına çekildiler. Yerlerinde rahat uyumaları, ahiretlerinin güzelleşmesi duasıyla onları anarken bugün bize düşeni yapalım. Vakit hataları tamir, eksikleri tamamlama, bir arada ortak geleceğimizi yeniden inşa sorumluluğumuzu yerine getirme vaktidir. Hayırlı olsun nidalarıyla ilan edilen Cumhuriyetimize layık bir nesil olmak için.