Sinemada ‘insan ilişkilerini’ işleyen filmler bizce derin olduğu kadar muğlak da olabilecek bir işe soyunurlar çünkü bu filmlerin olası gelişim çizgisi bulunur: Öncelikle bu arkadaşlık veya aşk ilişkisi iki ana karakter üzerinden ilerleyip onların iç dünyalarının koridorlarına mı dalacaktır, yoksa bir grup insanın yıllar sonra buluşup geçmiş hesaplarını açmasını mı gösterecektir?
Ardından senaryonun ‘kalbinin’ ilişkinin kendisinde mi yoksa bu ilişkinin hangi dış olayları tetiklediğinde, hareketlendirdiğinde de mi atacağı sorusu gelir.
Kolayca romantik komediye veya drama kayabilecek olan bu tür, bazen Lawrence Kasdan’ın unutulmaz filmi "The Big Chill" gibi çok düzeyli örnekler sunar, bazen ise belki keyifle izlenen ama hemen sonrasında unutulmaya mahkum naif hikâyeler bırakır. Her zaman sosyal olduğu kadar politik yanları da ağır basan Ken Loach filmlerini veya bu türdeki filmlerle adeta bir akım yaratmış Mike Leigh veya Woody Allen gibi isimleri liste dışı bırakıyoruz çünkü bizce bu başlı başına başka bir yazının konusu…
Son Cannes Film Festivali'nden ödülle dönen "Sekiz Dağ", Flaman asıllı Belçikalı yönetmen Felix Van Groeningen’in yedinci uzun metrajlı filmi ve bu sefer yönetmen, Paolo Cognetti’nin ödüllü bir kitabını uyarlarken yönetmenlik koltuğunu favori aktrisi (ve hayat arkadaşı) Charlotte Vandermeersch ile paylaşıyor.
"Sekiz Dağ", yalın sayılabilecek yapısıyla İtalyan sinemasının ‘yeni gerçekçilik’ akımına da göz kırpmıyor değil ama anlatılan hikâye çok daha içten bir bakışla, daha kişisel ve tanıtmaktan ziyade yorumlamaya davet eden bir yolda ilerliyor.
Sonuçta karşımızda olan, arkadaşlık üzerine dokunaklı, derinlikli, incelikli büyük bir film. Ayrı karakterlerdeki iki insanın arasında oluşan ve onları ayıran zamana, mesafeye ve farklı hayat amaçlarına direnen sağlam bir arkadaşlık bağı üzerine…
Konuya değinecek olursak: Pietro, çocuk yaşlarda yakın arkadaş olduğu ancak sonra kopmak zorunda kaldığı Bruno’yu hiçbir zaman unutmamıştır. 1974 yılında, Pietro’nun ailesinin Grana kasabasında bir ev kiralamasıyla başlamış bu arkadaşlık, zaman içinde gelişmiş ama iki çocuğun ailelerinin farklı birer yol çizmesiyle bitmiştir. Aradan geçen 14-15 yıl sonra iki arkadaş bir cenaze vesilesiyle tekrar karşılaşırlar.
TARAFLI DEĞİL KİŞİSEL BAKIŞ
Aslında film ve hikâye şekil almaya başladığında ve yaşananları hikâyenin anlatıcısı (narrateur) Pietro’dan duyduğumuzda, onun ve Bruno’nun arasındaki ilişkinin zamanla arkadaşlığın ötesine geçip geçmeyeceğine dair tereddütte kalıyoruz. Filmin bir sekansında iki arkadaşın 'erkeksi işler' ve ‘hammaddeye yakın’ (toprak, ev yapımında kullanılan odun) şeylerle çalışması, Cannes Film Festivali'nde bile bazı kişilerin (bizce haksız bir şekilde) aklına "Brokeback Mountain" filmini getirmişti.
Ancak "Sekiz Dağ"ın anlattığı hikâye bu yönde ilerlemiyor! Kuşkusuz Pietro ve Bruno arasındaki arkadaşlık basit bir beraberce hoşça vakit geçirmek ve eğlenmekten çok daha fazlası. Aralarındaki zoraki kopuş yaşandıktan sonra bu olay özellikle Pietro’ya kendini ‘eksik’ hissettiriyor ama aralarındaki derin duygusal bağlılık hiçbir zaman cinsel bir ilişkiye dönüşmüyor. Filmin bizce asıl can alıcı noktası doğanın ‘şekillendirdiği’ biri şehirli bir diğeri ise kırsal kökenli iki genç karakterin ortak bir hayalde buluşması ve bunu yaparken de hayata bakışlarını sorgulaması oluyor.
İki ana karakter arsındaki bu bağın, onlardan sadece biri tarafından (voice over olarak) dile getirilmesi belki ‘taraflı’ görülebilir ama yönetmenler bunu ana karakterlerini daha iyi belirleştirmek için kullanıyorlar. Pietro daha şehirli, kendisi için yüksek eğitim planları yapılan ve bu kırsal eve yerleşmeyi geçici ve babasının iş koşulları yüzünden yaşayan bir karakter. Bruno ise bu kırsal kesimde ‘kalacak’ ve köklerini burada bulacak daha kararlı ama daha ‘yabani’ bir duruşa sahip. Onun duygusal gelgitlerini ve hayatta yönünü tam olarak bulamama sürecini Pietro’ya nazaran çok daha az görüyoruz. Kamera sadece bu iki karaktere eğilmiş olsaydı bile hikâye yeterince derin olurdu ama yönetmenler başka karakterleri ve durumları da hikâyeye katıyor.
DOĞAYA TESLİM OLMAK
Filmin bir başka güçlü yönü, bu kopan arkadaşlık bağını bir melodram havasına boğmaması oluyor. Bruno’nun babasının isteğiyle aniden başka bir yerdeki inşaat şantiyesine gönderilmesi kuşkusuz Pietro’yu üzüyor ancak sekteye uğrayan bu bağ değişik evrelere geçiyor. İletişimsiz geçen bu uzun süreyi adeta bir arkadaşlık ilişkisini ‘nadasa bırakma’, çok uzun bir süre sonra tesadüfen karşılaşmalarında sadece ufak bir selam vermeyi bir ‘açılan mesafe zorluğu’ ve sonrasında beraber çalışmayı bir ‘kader birliği’ yapmak olarak yorumlayabiliriz. Hatta önce bir arkadaşlıkla ardından bir karşılaşma ve çalışmayla devam eden bu birliktelik sonrasında ikisinin de hayatına dahil olan bir kadınla daha da güçleniyor.
Filmin önemli temalarından biri de ana hikâyeden bağımsız gözüken ama aslında senaryoyu birçok damardan besleyen Pietro ve babası arasındaki ilişki oluyor. Ne çok sevecen ne de soğuk davranan bu baba figürü, iş gezilerinden dolayı çoğu zaman evde değil, olduğu ender zamanlarda ise en büyük zevki yakınlardaki dağlarda oğluyla (ve bazen Bruno’yla) uzun geziler yapmak. 3 bin metreyi aşan dağlara ait bu muhteşem görüntüler aile içinde konuşulmayan, bastırılan ve tepki gösterilmeyen şeylerle inanılmaz bir uyum sağlıyor. Babanın bu doğada, çevredeki güzelliğe kendini adeta ‘teslim etmesi’ bir anlamda film boyunca işlenen, yaşam seçimleri, doğaya şehirli bir bakış açısı (görsele karşı işlevsel), sık sık eksik olan bir babayı anlama, gerektiğinde bağımsız bir ilişki kurma cesareti ama özellikle de hayatta kendi yerini arama gibi çok derin temalara işaret ediyor.
Sonuçta görsel olduğu kadar içeriksel olarak da güçlü olan, (Bruno gibi en ‘yabani’ karakter de dahil olmak üzere) her karakterine belli bir empati duyduğumuz bu güzel filmin 2 saat 30 dakikalık süresinde hiçbir boşluk hissetmiyoruz. Filmin finalinde ise hoş ama ekşi tat hissetmemiz kuşkusuz filmin aynı zamanda bir yürek taşıdığının en güzel kanıtı!