Burjuva-liberal medyanın elini tereddütsüz kana buladığı bir
başka savaşa tanıklık ediyoruz. Filistin’deki savaşta hikmetinden
sual olunmaz sanılan nice medya kuruluşu, her zaman olduğu gibi
emperyalistlerin çıkarlarını gazetecilik etiğine tercih ediyor.
Haliyle bu süre içerisinde bilgi kirliliği de dayanılmaz boyutlara
ulaşıyor, pek çok ‘yanlış’, kitlelere ‘doğru’ olarak sunuluyor.
Analitik düşünceden, tarihsel bağlamdan uzak, basit ve keskin
ifadeler ile gerçeğin arasına bir sınır çekmek gerekiyor.
Geçtiğimiz günlerde, sıkça gündeme getirilen “Filistinliler
topraklarını Yahudilere sattı” mitini farklı yönleriyle ele
almıştık. (1) Ancak dezenformasyon yağmurunda yanıtlamak gereken
daha çok soru var. Hamas, Filistinlileri canlı kalkan olarak
kullanıyor mu? Gelin ‘evet’ ya da ‘hayır’ deme zorunluluğu gütmeden
verilebilecek gerçek yanıtları arayalım.
BİR HATIRLATMA
Bilgisayar oyunlarına aşina olanlara bilecektir, özellikle
strateji oyunlarında oyunculara verilen başlangıç kaynakları
aynıdır. Ayrıca ‘savaşıp, düşmanları yenme’ amaçlı bu oyunlarda
oyuncuların oyuna başladıkları yerler, çevredeki kaynaklar ve
stratejik üstünlük bakımından da eşittir. Fakat bu oyun tarzından
sıkılan oyuncular için başka bir ayar vardır: Handikap oranı. Yani
kendinize güveniyorsanız, başlangıç kaynaklarınızı ve konumunuzu,
düşmanınıza kıyasla yüzde X oranında handikaplı
başlatabilirsiniz.
Keşke toplumsal mücadeleler tarihinin kuralları da bilgisayar
oyunu programcıları tarafından belirlenseydi. Maalesef bu dünyada
‘handikap ayarı’ her zaman muktedirler lehine düzenleniyor. İşte
Filistin belki en handikaplı koşullar altında ulusal kurtuluş
mücadelesi yürütüyor. Fiziksel olarak Filistinliler aleyhine
korkunç teknolojik, lojistik, stratejik farklardan bahsediyoruz.
Öncelikle Filistin’in 75 yıllık mücadele tarihi boyunca geçerli
olan bu durumu hatırlatarak söze başlamak gerekiyor.
‘CANLI KALKAN’
“Hamas, sivilleri canlı kalkan olarak kullanıyor” ithamına dair
somut kanıt istendiğinde, genellikle Filistinli direniş güçlerince
-ki aralarında sadece Hamas yok- İsrail’e atılan roketlerin
ateşlenme yerlerinin, yerleşim yerlerine yakınlığı ifade ediliyor.
Her şeyden önce içerisinde sıkışık bir şekilde birden fazla
yerleşim bulunduran Gazze Şeridi 365 kilometre karelik bir alan. Bu
da aşağı yukarı Türkiye’de herhangi bir ilin herhangi iki ilçenin
sınırı kadar bir büyüklük demek. Aynı zamanda Gazze, dünyanın en
yoğun nüfusa sahip kara parçalarından biri. Tüm bunlar yetmezmiş
gibi zamanında Siyonistlerce evleri gasp edilen yüzbinlerce
Filistinli nesillerdir bu küçük toprak parçasında bir de mülteci
kamplarında yaşıyor. Böylesi bir alanda nereden füze atarsanız
atın, sivillerden uzaklaşma şansınız yok ki. İşte 'canlı kalkan
kullanıyorlar' iddiası bu durumdan kaynaklanıyor.
“Eh o zaman roket atmasınlar” diye düşünebilirsiniz. Ancak
konumuz bir iddianın gerçekliğini aramak olduğu için ne böylesi bir
yorumu ne de tam tersini söyleme yapma şansımız yok. Söz konusu bir
savaş ve İsrail tarafınca da bir savaş olarak değerlendiriliyor.
Bir savaşta yönlendirilen ithamı değerlendirirken, ideal olanı
değil mevcut koşulları baz almak gerekiyor. Aksi takdirde ortada
bir savaş olduğu gerçeğini reddederek toplumsal bir tartışmanın
eksenini bireysel çizgimize çekmiş oluruz. Bu yüzden tek
yapabileceğimiz, tartışmayı “Sivilleri kalkan olarak kullanıyorlar
mı, kullanmıyorlar mı?” sorusu ile sınırlandırmaktır.
Tabii verdiğimiz bu yanıt tek başına yeterli değil. Neden mi?
‘Hamas’ın sivil kalkanları’ hikayesinde fazlasıyla somut kanıt
eksik, yani aslında ortada üzerine tartışabileceğimiz veriler yok.
Belki ithamın ne derece doğru olduğunu akıl yürüterek
tartışabiliriz.
SİZ OLSANIZ NE DERDİNİZ?
Şöyle düşünelim: Her şeyden önce siz İsrail’in yerinde olsanız,
yarattığınız gettoyu canından bezdirip nihayet yok etme planınızı
nasıl açıklardınız? Devlet yetkiliniz çıkıp bir halkı ‘insansı
hayvan’ olarak nitelendiriyor. Devletiniz yasaklanmış bombaların
kullanımından başlayıp tıbbi yardımı, suyu, elektriği keserek
kitlesel cezalandırma yöntemlerine varan dek literatürde ne kadar
savaş suçu varsa bir bir işliyor... ‘Kendini savunma hakkı var’
palavrası altında soykırıma yeşil ışık yakan emperyalistleri
arkasına alıp hiçbir insani kaygı gütmeden sivil alanları
bombalıyorsunuz. “Kuzey Gazze’yi terk edin Güney’e gidin” dedikten
sonra güneye giden sivil konvoyları vuruyorsunuz, insani yardım
için tek ihtimal olan Mısır ile sınır kapısını üstelik açılması
beklenen gün boydan boya dümdüz ediyorsunuz. Hastaneler, okullar,
camiler, kiliseler, BM merkezleri, gazeteciler hepsi hedefiniz
oluyor...
İşte, İsrail’in başında olsanız masanıza gelecek fatura bu.
Çıkıp bu kan gölünü nasıl açıklardınız? “Yaptık, ne var?” mı
derdiniz?
Hoş, İsrail tarafından yapılan açıklamalar çoğu zaman bundan pek
uzağa gitmiyor. Yeryüzünde bir etnik temizlik ajandasına sahip tek
devlet İsrail değil ancak bunları tüm çıplaklığıyla açıklasa dahi
herhangi bir bedel ödeme şansı en az olan ülkelerin belki de
başında geliyor. Yine de burjuva liberal medyanın yaşananları
servis edebilmesi için yalan dolan da olsa bir hikayeye ihtiyacı
var. Üstelik sadece Filistin meselesinde değil; emperyalistlerin ve
kendi ulusal burjuvazilerinin çıkarları doğrultusunda herhangi bir
gündemde özü itibariyle yine aynı ‘gerekçelendirmeleri’
aktarıyorlar. Sadece söz konusu İsrail olunca diğer ülkelere oranla
hesap verilebilirlik oranı düştüğü için, anlatılan masallar
kulağımızı daha fazla tırmalıyor.
SORULARIN ODAĞI
Ancak asıl odaklanılması gereken şey şu: Neden itham hakkı
sadece İsrail’e tanınıyor? İsrail’in saçtığı vahşete karşı dile
getirdiği açıklamalar, pek tabii Filistin cephesi için de geçerli
olamaz mı? Yani ‘sivil kalkan’ meselesi üzerinden gidecek olursak
aynı mantıkla, İsrail’in iki küsur milyonluk bir açık hapishanenin
hemen yanı başına düzinelerce yerleşim kurmuş oluşu, buradan
gelebilecek olası bir saldırıya karşı ‘canlı kalkan yerleştirmek’
olarak değerlendirilemez mi? İsrail, Filistin direniş örgütleri ile
savaşta olduğunun gayet bilincinde, 7 Ekim’den önce de bu ‘tehdit’
televizyonlarda Siyonistlerce her gün işlenmiyor muydu?
Yanlış anlaşılmasın, burada mesele “Öyle midir, değil midir?” ya
da “7 Ekim’de yaşananlarla İsrail’in saldırılarındaki ‘sivil
kalkan’ meselesi bir mi?” sorularına yanıt aramak değil. Varmak
istediğimiz yer, bir tarafın sunduğu gerekçelerin gayet diğer taraf
için de geçerli olabileceği.
“İsrail’in kendini savunma hakkı” meselesi de aynı şekilde
değerlendirilebilir. Bunca zamandır devam eden bir işgalin
yarattığı vahşetten astronomik bir pay Filistin halkına düşerken,
kalkıp tarihi dilediğimiz andan başlatma lüksümüz olabilir mi? Eğer
‘kendini savunma hakkı’, misilleme sınırlarını fazlasıyla aşan
saldırıları ve kasti sivil katliamların üzerini örtecek kadar
etkili bir sihirli değnekse, 7 Ekim’de yaşananlar da aynı meşru
müdafaa çerçevesine girmez mi? (2)
Konunun hassasiyeti nedeniyle yine altını çizelim, herhangi bir
olayı meşru göstermeye çalışmıyoruz. Burjuva-liberal propagandanın
iki yüzlü olduğunu, hatta çoğu zaman kendi bindiği dalı da
kestiğini, kendi sundukları önermelerle göstermeye çalışıyoruz.
*
Toplumsal mücadeleler tarihine bakarken keskin ve kaba yanıtlar
vermek çok tehlikelidir. Çoğu zaman bizi bir yere götürmediği gibi,
bir ulusal tarih anlatısının yörüngesine kilitlenmemize sebep
olur.
Ayakları yere basan bir düşünceye sahip olmak için tekil bir
örneği ‘desteklemek’ ya da tekil bir örgütü ‘kınamak’ zorunda
değiliz. Saf bir empati ile tasvip etmediğimiz bir hareketi
‘anlamak’ zorunda da değiliz; tersine, tarafımızı bilip sonuna
kadar karşı çıkabiliriz. Ancak derinlikli bir toplumsal olaydan
bahsederken onu ‘anlamlandırmak’ zorundayız.
Burjuva-liberal medyanın savaş suçu aklama yarışında bunu
başarmak çok kolay değil. Tüm bu propaganda yağmuruna karşın,
Filistin meselesini irdelemek bizi sadece gerçeğe ulaştırmıyor;
aynı zamanda emperyalistlerin ve burjuva-liberal medyanın maskesini
bir kez daha düşürüyor.
1. Doğru bilinen yanlışlar:
‘Filistinliler Yahudilere topraklarını sattı’ mı?
2. Meşru müdafaa meselesini geçtiğimiz
hafta Varşova Gettosu yazısında konuşmuştuk. Tekrar etmemek adına,
dileyenler göz atabilir.