Yalan üzerine tecrübe sahibiyiz. Belki de yalanı hakkıyla yaşıyoruz demeliyim. Yalanlarla örülü yaşam ve yönetim biçimlerimiz, kurum işleyişlerimiz, aile ilişkilerimiz, gündelik hayatımız, ekranlarda, sayfalarda yalan tellalları... Hepsi göz göre göre… Hatta sunulan, söylenen, projelendirilen tüm yalanlar gözümüzün içine bak baka...
Yalan için uğraşıp didinirken, bin bir plan yaparken doğruyla, doğrularla ilgili pek bir şey yapmıyoruz. Doğruların ortaya çıkmasını bekliyoruz. Öylece… Bunun nedeni bireysel olarak doğruyla kurulan sorunlu ilişki olduğu kadar bu ilişkiye yapılan müdahale de elbette. Tarih boyunca doğrucuların başına gelenleri de göz ardı edemeyiz bu konuyu tartışırken. Düzen güçlerinin hiçbir zaman hazzetmediği doğru nedir?
Bugün kim konuşursa konuşsun; politikacıların, beylik laf etmek isteyen birtakım gazetecilerin, çoğu şeye alıştırılmış yurttaşların cümlelerinden “doğru”nun gelmesi beklenen “şey” olduğu anlamını çıkarmak mümkün. ‘Bu işin doğrusu bir gün ortaya çıkacak’ düşüncesiyle artık daha da sık karşılaşıyoruz.
Herkes doğrunun zuhur etmesini bekliyor adeta. Oysa ki doğru öyle kendi kendine gelmez. Onu bekleyenler büyük bir yanılgı içinde. Doğru, insanlardan bağımsız değildir ki. Tam da burada öncelikle “doğru”nun ne olduğu hatırlamalı.
Doğruya dair büyük yanılgımızın başladığı noktayı Nermi Uygur mükemmelen tespit ediyor “Doğruyu Yazarken” adlı denemesinde. İşte baştan sona yanlış anlayışımız: “Önüne geçilmez bir güçtür DOĞRU. Yok edilemez. Etkiyen bir varlıktır o. Eninde sonunda herkesçe benimsenmesi gerekir.” Uygur, bunun korkunç bir sanı olduğunun altını çiziyor. Ona göre bu sanı bin yıllardan beri yürürlükte ve insanın insan olmasını engelleyen en kötü önyargılardan biri. Yoldan herhangi birini çevirip, doğruya ulaşmak için ne yaptığını sorun bakın diyor. Verilecek cevapları tahmin etmek zor değil ona göre… İlle benim bir şey yapmam gerekmez. Doğru kendiliğinden belirir. Güneş balçıkla sıvanmaz. Doğru doğrudur.
Nermi Uygur, bu yaygın anlayıştan din adamlarını, politikacıları ve filozofları sorumlu tutuyor. Doğrunun onlar tarafından, insandan bağımsız bir varlık olduğu çıkarımıyla kuşaktan kuşağa, toplumdan topluma değişik kılıklara büründürüldüğü, yoğurulduğunu söylüyor. Bir doğruluk öğretisi yarattıklarını düşünüyor.
Bu öğreti bizdeyse çoktandır geleceği tehlikeye atacak durumda. Doğru nedir diye sormuştum az önce. Nermi Uygur’un ışığında yapayım bu hatırlatmayı. “(…) Bir dil kuruluşudur doğru, konuşan insanın dile-getirmelerinde gerçekleşir ancak. Doğru gerçekleştirilir. İnsandır doğrunun gerçekleştiricisi. Hazır bulmayız doğruyu, biz kendimiz yaparız. Bir veri değil, insan yaratısıdır doğru. Yandaki ev, şu karşı kaldırımın taşları. Ötedeki koruluk, tümüyle evren-bir gerçekliktir bütün bunlar, gene de ‘doğru’ denemez hiçbirine. Doğru gerçeklerin insan diliyle işlenmesi, yorumlanması, belirtilmesidir. Bilen insanı kaldırın ortadan, gerçekliklerin pek çoğu sürüp gitse de doğru diye bir şey kalmaz ortada.”
Şunu da söylemeli; emek gerektirir doğru. Nice sıkıntılar, ödenen bedeller sonrası kavuşulur ona. Kavuşmaktan kastım elbette dile getirmek. Kendini ve başkalarını kandıranın doğruyla işi yoktur. İnsanları özgür olmayan toplumlardaysa doğru dile getirilemez. “Dile getirilmemiş bir doğru düpedüz yoktur. Doğru dilde yaşar.” Konuşmanın, söylemenin, yazmanın, tartışmanın ne kadar hayati olduğu gerçeği bir kere daha karşımızda. Bizim tüm bunlardan yoksun olduğumuzu düşünürsek yalanlarla yaşamamız olağan.
“Biz gerçekliği doğrularımızda yansıtmak istediğimiz içindir ki ‘doğru’ diye bir şey var. Girişmesek, davranmasak, bin bir emeği göze almasak doğru da olmaz o zaman,” diyor Nermi Uygur.
Gerçekliği doğrularımızda yansıtmadığımızdaysa ne olduğunu son zamanlarda hep beraber tecrübe ediyoruz.
Zaman, “gerçeklerin er geç ortaya çıkmak gibi bir huyu vardır” denilip her şeyin pasifleştirildiği zaman.
Biz bu tuzağa düşmeyelim. Doğru dilimizde, çoğu zaman dilimizin ucunda.