Doğu Almanya’da Nazilerle yaşıyorum ve bu çok korkunç!

Chemnitz, yalnızca buzdağının görünen kısmı. Alman medyasının kelime oyunları ve nefret suçlarını yargılamadaki başarısızlık, aşırı sağı güçlendirdi. Hitler öncesi karanlık günlerle yaşanıp bittiğini sandığımız bu uğursuz dalga, medyanın ve hükümetin hoşgörüsüyle besleniyor

Abone ol

The Guardian*

DUVAR - Bu yılın başlarında, Doğu Almanya’da bulunan Chemnitz kentinde gerçekleşen ırkçı gösterilerle ilgili medyada yer alan haberler, aslında buzdağının yalnızca ucunu gösteriyordu: Yüzeyin altında saklanan şeylerse gizliliğini sürdürüyor.

Bir kimya öğrencisiyim ve Chemnitz’den pek uzak olmayan Saksonya’da yaşayan antifaşist (faşizm karşıtı) bir aktivistim. Uzun zamandır Almanya’daki aşırı sağın boyutlarını küçümsüyordum. Birkaç yıl önce bu bölgeye taşınana dek Saksonya’yı tanımıyordum ve kendimi antifaşist olarak görüyordum. Daha önce hiç “gerçek” Nazilerle ya da şiddet taraftarı ırkçılarla karşılaşmamıştım.

HAYAT BERLİN’DEKİ GİBİ RAHAT DEĞİL

Berlin’de büyüdüğüm ve bir metropol çocuğu olduğum için, insanların beyaz olmaması ya da bir Alman ismi taşımaması bizler için normaldi. Fransız olan büyükbabam (İkinci Dünya Savaşı’nda) müttefik hava kuvvetleri safında savaşmıştı; bu nedenle de babam Almanya’ya gelmişti. Annem bir Alman ve Batı Berlin doğumlu. Alman Demokratik Cumhuriyeti’nin (Doğu Almanya) ortasında kalan Batı Berlin yerleşimi, punklar ve vicdani retçiler gibi “alternatif” insanlar için bir sığınak durumundaydı.

Uzun zaman boyunca kendi kendime Doğu-Batı ayrımının beni alâkadar etmediğini söyledim. Berlin Duvarı yıkıldıktan sonra doğmuştum. Ne var ki Doğu'ya gittikten sonra, Batı'daki yetişme biçimim hakkında daha derinlemesine kafa yormaya başladım. Bunun dışında, önyargılarımı yok etmeye çalıştım ve Almanya’nın yeniden birleşmeyi nasıl idare ettiği üzerine daha eleştirel biçimde düşünmeye başladım.

Her yerde ve daima ayrımcılığa karşı durmak istiyorum; ancak bunu yapmak küçük kasabalarda zor ve bıktırıcı olabiliyor. Almanya tarihinin, faşizm ve milliyetçiliğin en ufak bir teşvik görmesinin bile reddedilmesi için yeterli olacağını düşünebilirsiniz. Bu mesele herkes için mühim, değil mi? Maalesef, işler böyle yürümüyor.

Aşırı sağcı Pegida hareketi birden bire ortaya çıkıp 20.000 kişilik bir kalabalıkla Dresden’de İslamofobik ve ırkçı sloganlar atarak yürüdüğünde, halk arasında ilk anda bir şok duygusu yaşandı. Fakat çok geçmeden basının söyleminde bir dönüş yaşandı ve protestocular arasındaki “iyi niyetli” kişileri anlamaya çalışmamız gerektiğini söyleyen sesler yükseldi. Pegida başka birçok şehirde daha buna benzer yürüyüşler gerçekleştirdi ve büyük oranda hoşgörüyle karşılandı. Bunun ardından, “ilticacılar meselesi” basında bir sorun olarak tartışıldı ve mülteci sayılarında bir sınırlamaya gidilmesi ihtiyacı duyuldu. Ve Pegida’ya bir kez daha buna destek sunuldu.

BASININ VE TOPLUMUN İKİYÜZLÜ TAVRI

Daha sonrasında, siyasi arenada yeni ve Avrupa karşıtı, yabancı düşmanı, milliyetçi bir parti olan Alternative für Deutschland (AfD / Almanya için Alternatif hareketi) ortaya çıktı. Seçmenlerini kaybeden ana akım partiler arasında bir panik baş gösterdi ve 2017 genel seçimlerinde “iltica konusu” önemli mesele haline geldi. İltica kanunu sıkılaştırıldı. Bunun karşısında bir tepki olarak, bazı gruplar “wilkommenskultur” yani “hoş geldiniz kültürünü” göstermek amacıyla organize oldular. Mülteciler, Münih’te çay ve bisküvilerle karşılandı. Böylece, insanlar ayrımcılığa karşı harekete geçmeye başladı. Ve basın, Almanların bu kriz karşısında sevgi ve uyum yoluyla tepki verdiği görüntüleri beğendi.

Buna karşın, büyük oranda fark edilmeyen şey, yabancılara ve sığınmacı yurtlarına yapılan saldırılar oldu. 2015’ten beridir 4.000’den fazla saldırı gerçekleşti; neo-Naziler bazen molotof kokteyli, beyzbol sopası ve hatta silahlarla çocukların odalarına bile baskınlar yaptılar. Resmi kayıtların gösterdiği kadarıyla, 2016 yılında, göçmenlere karşı her gün yaklaşık 10 nefret suçu işlendi.

Peki, gerçekleştiği yerlerde bu saldırılar günlük yaşamda ne anlam ifade ediyor? Gerçek boyutlarını anlamak için burada yaşamanız gerekir. Bir fırında, yaşlı bir kadın “kötü” yabancılardan şikâyet ederken ona hizmet eden kadın bu sohbeti onaylıyor. Tramvay hattında, bilhassa siyah yolcuların biletlerini kontrol eden bir kondüktör var. Ayrıca solcu kültür projelerine veya toplum merkezlerine gitmeye çalıştığınızda, atılan taşlar ve yaşadığınız fiziksel şiddetle, (gündelik) saldırılara maruz kalıyorsunuz. Ve sözde sivil toplumun da bir duyarsızlığı söz konusu; siyah bir insan şehrin merkezinde saldırıya uğrayınca ayağa kalkan yerel halk, ırkçı, faşist ‘normallik’ içinde yaşayıp gidiyor.

FAŞİZM KIRSAL KESİMDE YAYILIYOR

Buralarda gençlik merkezleri ve sosyal hizmet uzmanları nadir bulunur. “Alternatif” projeler başlatarak aşırı sağcı gruplara karşı harekete geçmeye çalışan insanlar, her gün nefretle karşı karşıya, tehlikeli bir hayat sürerler. Aşırıcılığa karşı bir okul çalışması yürütmek ve kırsal kesimde bile böylesi sorunları düşünecek insanları bulmak için oldukça yoğun bir çaba göstermelisiniz. Sonuç olarak, kim hayatını bir Nazi köyünde sürdürmek ister ki? Bir Alman pasaportuna sahip olan insanlar, (Naziler tarafından) araba lastiklerinin kesildiği ve evlerinin kundaklama saldırılarına maruz kaldığı bu kentlerden uzakta yaşamayı tercih edebilir; zira bazı insanlar kim olduğunuzdan, nereden geldiğinizden ya da siyasal duruşunuzdan hoşlanmıyor. Fakat herkes kolayca buradan ayrılamaz. Yardım ya da çalışma izni almak isteyen sığınmacılar için ikamet zorunluluğu bulunuyor.

Nazi sorunuyla muhatap olan kasaba ve köyler artık sonsuz gibi görünen bir liste oluşturuyor. (Bu liste) Chemnitz veya Dresden’le bitmiyor. Avrupa’ya daha genel bir bakış attığımızda, taban düzeyinde faşizmle mücadele edilmesi gerektiği oldukça açık; bu ise fiziksel anlamda orada bulunmak anlamına gelir.

Bunun ötesinde, medya ve siyaset alanında milliyetçi sloganların prim yapmasına olanak sağlanarak, büyük neo-Nazi faaliyetlerin engelsiz biçimde gerçekleştirilmesine yol verilmesinin ve nefret suçlarının kovuşturulmasına izin verilmemesinin, neo-Nazileri cesaretlendirmeye katkıda bulunduğunu anlamamız gerekiyor. Tarih kitaplarında, Hitler’in karanlık dönemiyle sona erdiğini sandığımız bir çağla benzerlikler görüyorum.

Yüzümü göstermemeyi, yaşadığım kasabayı veya katılımcısı olduğum aktivist gruba ilişkin bir isim vermemeyi tercih ediyorum; zira insanları daha fazla tehlikeye atmaya gerek yok. Birkaç hafta önceki bir gece, yine bir grup ırkçının çıkardığı olaylar nedeniyle sokakta hareket halindeydik. Neo-Nazilerden bir grup bizi gördü ve bize “anti-faşist fahişeler” diye bağırmaya başladılar. Ardından köpeğimizi gördüler ve dönüp gittiler. Büyük ve uğursuz bir şey karşısında verilen bir savaşın ön cephesinde olduğunuzu hissettiren büyük şeyler olduğu gibi, böylesi küçük şeyler de var.

*Yazar, Almanya’da Saksonya eyaletinde yaşayan antifaşist bir öğrencidir.

Yazının aslı The Guardian'da yayınlanmıştır. (Çeviren: Tarkan Tufan)