Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi'nde (AKPM), perşembe günü
oylanan "Türkiye’de Siyasi Muhalefet Üyelerinin Ağırlaşan
Durumu" başlıklı karar tasarısı 20 ret oyuna karşın 72 oyla
kabul edildi. Ancak bir ‘detay’, tasarıdan daha çok dikkat çekti:
Türkiye’de muhalif siyasetçilerin baskı altında olduğu, demokrasi,
hukuk devleti ve insan haklarının gerilediği, dokunulmazlıkları
kaldırılan ve hapiste olan vekillerin durumunun "kaygı verici"
olduğu yönünde ifadeler içeren tasarıya ret oyu kullananlar
arasında CHP’nin dört temsilcisi de vardı. CHP’nin ret oyu
kullanması ‘garip’ karşılandı. Milletvekilleri uzun süre tutuklu
kalmış ve bunun için yüz binlerin seferber edildiği bir Adalet
Yürüyüşü düzenlemiş; eski bir milletvekili halen tartışmalı bir
mahkeme kararıyla içeride tutulan; tasarıda bahsi geçen sorunları
sıklıkla dile getiren bir partinin lehte oy kullanması bekleniyordu
belli ki… Oysa Türkiye’deki ‘merkez muhalefet’in, Erdoğan
restorasyonuyla oluşturulan ‘yeni’ rejimin siyasal çerçevesi içinde
davranma eğiliminde olduğuna dair –giderek artan– işaretlerden
biriydi bu.
Oylamadaki tutumun eleştiri konusu olmasının ardından CHP’den
yapılan açıklama, tasarıya ilişkin özetle, “sadece HDP’nin
politik perspektifini yansıttığı”; “muhalefete dönük
baskıyı Öcalan’ın cezaevi koşullarına dayandırdığı” ve
“Türkiye’nin Avrupa Konseyi üyeliğini tartışmaya açacak kadar
ileri gittiği” eleştirilerini yöneltiyordu. CHP bu başlıca
nedenlerle ret oyu kullanmıştı. İlk iki itiraz noktası her şeye
rağmen bir politik rekabet kapsamında değerlendirilse bile
“Avrupa Konseyi üyeliğini tartışmaya açacak kadar ileri
gitme” ifadesiyle çizilen ‘kırmızı çizgi’, anamuhalefetin,
mevcut Türkiye rejimini ‘olağan’ bir siyasal rekabet konteksi
içinde algıladığını gösteriyor. Zaten, CHP’nin, ana hatlarıyla,
‘yeni rejimin siyasal çerçevesi içinde’ bulunduğu; bu çerçeveye
tâbi ve/ya razı olduğu da bu noktada iyice
belirginleşiyor.
Başka işaretler de var.
İstanbul’da yarışacak CHP adayının, sanki bugüne kadar ortamı
gerginleştiren, sertleştiren kendisiymiş gibi, nafile bir
‘yumuşama’, ‘normalleşme’ promosyonuna girişmesi garip değil miydi?
Bizzat ‘rakip’ aday giderek normalleşen bir cüretle
anayasayı çiğneyeceğini ilan etmişken üstelik... Buna ilişkin yorum
bile yapmayarak… Oysa yerel seçime, “Türkiye’yi uçuracak” denilen
başkanlık rejiminin olumlu yönde kayda değer hiçbir fark
yaratmadığının açıkça görüldüğü, bilakis ekonomik krizin
etkilerinin giderek derinleştiği, devletin kurumsal yapısının
açıkça aşındığı koşullarda gidiliyor. Ve İstanbul, bizzat iktidar
sözcülerinin de rejim için bir tür güven oylaması olarak
gösterdiği bu seçimin, siyasi sonuçlar üretebileceği birkaç
noktadan biri.
Ya da Erdoğan’la Aziz Kocaoğlu arasında, işçi grevi yasaklama
mecrasında gerçekleşen ‘temasın’ hemen ardından
Kocaoğlu’nun yeniden ve ihtirasla aday olmak istemesi…
Keza Türkiye Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu’nun seçmen
kayıtlarındaki usulsüzlüklere ilişkin itirazları “Türkiye
üzerinden oynandığından zerre kadar şüphe duymadığımız tüm
Ortadoğu'yu şekillendirmeyi amaçlayanların Türkiye'yi de dahil
ettikleri planın bir parçası” ilan etmesi…
Hatta Fazıl Say hamlesi…
Bu ‘gariplikler’, tek tek tüm CHP unsurları için
değilse bile, birçok noktada CHP’yle de kesişen bir toplam
siyasi-bürokratik hattın mevcut statüko ile bir temas
halinde olduğunu düşündürmeli belki de. Bir benzerine 28 Şubat’tan
kısa süre sonra, bir yandan ‘milli güvenlik rejimi’nin en kudretli
göründüğü, ama diğer yandan da aşması zor (ve aşamayacağı) bir
krizin ortasında olduğu esnada rastladığımız, yine beka eksenli bir
‘geniş mutabakat’ arayışı...
Zaten talihin cilvesine bakın ki ‘karşı pencere’de de tam o
günlere dair bir gündem dikkat çekiyor.
Putin’in 23 Ocak’ta Moskova’daki görüşmeleri sırasında yeniden
gündeme getirmesinden beri Erdoğan da sık sık ‘Adana
Mutabakatı’ndan söz ediyor. Putin’in anlaşmayı hatırlatırken,
Ankara’yı Şam yönetimiyle 2011’de kesilmiş ilişkilerini yeniden
kurmaya teşvik etmeyi/zorlamayı amaçladığı değerlendiriliyordu.
Ancak Erdoğan, Türkiye’nin, olası tehditlere karşı Suriye
topraklarına asker sokma hakkı olduğuna dair bambaşka bir anlam
yüklüyor ona. Adana Mutabakatı, 20 yıl sonra bir kez daha, iç ve
dış siyasetin ihtiyaç ve enstrümanlarının iç içe geçtiği bir
beka meselesi kapsamında işlevli hale geliyor.
1998 yazında, toplum öfke, hayal kırıklığı gibi duygularla
bölünmüş, gergin ve yıpranmış bir vaziyetteyken, dönemin iktidar
odağı MGK’nın terör-beka ekseninde giriştiği Suriye krizi
stratejisi, ekim ayında Abdullah Öcalan’ın Şam’dan ayrılması ve
hemen ardından iki ülke arasında imzalanan ‘Adana Mutabakatı’ ile
sonuçlanmıştı. Bu sürece eşlik eden ve Cumhuriyetin 75'inci yıl
kutlamalarının (hatta Galatasaray’ın uluslararası maçlarının) da
araçsallaştırıldığı milliyetçi teyakkuz; 1999 seçimlerinde, artık
halkçı değil milliyetçi ismiyle müsemma Ecevit’in
DSP’si ile MHP’nin ve sanayi burjuvazisinin desteklediği, iyice
küçülmüş ANAP’ın kuracağı yeni iktidar matrisini sağlamıştı.
Türkiye’yi yöneten asker-sivil bürokrasi ile burjuvazinin
hayalindeki terkipti bu koalisyon. ‘Muhalefette’ ise 28
Şubat öncesi iktidarın ortakları, sindirilmiş Fazilet Partisi ile
içi oyularak kaçınılmaz ölümüne terk edilmiş DYP oturuyordu süklüm
püklüm. Her ikisinin şahsında, neoliberal inşaya yeterli uyumu
sağlamayan radikal İslamcılar ve ‘yanlış ideolojik ittifaklar’dan
kaçınmayarak iktidar macerası arayan taşra sermayesi,
küçük üretici ve çiftçilerin sınıf çıkarları
cezalandırılıyordu.
Ancak milliyetçi teyakkuz ve beka mutabakatı, 99 depreminde
sivil-asker bürokrasinin, hemen ardından gelen ekonomik kriz
dalgalarıyla da burjuva piyasa düzeninin ağır sonuçlar doğurarak
çökmesine engel olamadı. Haşmetli milli güvenlik rejimi 3-4 yıl
içinde tuzla buz oldu. İşte AKP de Türkiye egemen sınıflarının
90’lı yıllar boyunca yaşadığı büyük krizin bu akut aşamasında
ortaya çıkmış bir “çözüm” idi: Toplumdaki ve kurumlardaki
dinselleşmeyi, neoliberal kapitalizmin inşa ve ihyası ile iyiden
iyiye uyumlu hale getirecek bir hibrit organizma.
Şimdi de, öncesi bir yana, 2013’ten beri şiddetlenen ekonomik,
siyasal ve toplumsal çalkantıların, artık tüm bir sistem için
‘beka’ meselesi haline geldiğini düşünen aktörlerin sayısı artıyor
gibi görünüyor. Ama böyle akut dönemlerde kurulan kudretli
mutabakatlar da kendinden sonraki egemen siyasal fraksiyonu
oluşturan kozalara dönüşüyor genellikle. Sistem dışı muhalefetin
belirleyici bir müdahale olanağına sahip olmadığı koşullarda, rejim
kendi ölümünü bir dönüşüm gibi sunma maharetini
gösterecektir bir kez daha. Bu dönüşümün aktörleri de yine
hasta bedenin içinden ve parmağını ona doğrultarak çıkacaktır
maalesef. Kim bilir, ‘trenden inme’ metaforu da bu yönde sezgisel
bir rahatsızlık ile daha sık akla geliyor ve zikrediliyordur
belki.