Sağlık çalışanları, özellikle de hekimler arasında çok anlatılan bir fıkra vardır. Belki bir zamanlar yaşanmış bir olayın allanıp pullanmış halidir bu: Anadolu’daki yolu izi olmayan köylerden birinden hayatında ilk kez sağlık sorunu sebebiyle çıkan genç bir kadın, yakınlarıyla birlikte doktorun muayenehanesine girer. Yalnız kaldıklarında kırık dökük derdini anlatır ona. Sıra hastayı muayene etmeye gelmiştir. “Soyun kızım” der doktor. Genç kadın cevaben mahcup bir edayla: “Önce sen soyun doktor bey” der. Soyunması istenen hastanın kadın, isteyenin erkek olmasından; kadının talep edilen şeyin cinsel ilişki olduğunu düşünmesine rağmen, koşullu olarak teslim olmasından ve hatta bundan hoşlanmış olduğu imasından mütevellit cinsiyetçi bir tonu da olan fıkra, tıp ilmi karşısındaki teslimiyetimizi de ortaya koyar. Sağlığımız, hatta hayatımız söz konusu olduğunda karşımızda duran bir otorite, bir kahraman, bir can simididir. Bilmediğimiz bir dilden konuşur, kalbi durdurup yeniden çalıştırır, gözün önündeki perdeyi alır, işlemeyen bir organı işler hale getirir, öteki dünyanın kapısından çevirir. Bir tür büyücüdür çoğu insan için hekim. Muayenehane kapısında beklerken de, içerde derdimizi anlatır, teşhisin ne olduğunu kavramaya çalışırken de gerginizdir genellikle. Sıkıntımızı tam tarif edemez, sorulan soruları anlayamaz, sorularımıza verilen cevapları, tetkik sonuçlarımızı yorumlayamayız.
Fakat yıllar içinde hekimler ve görev yaptıkları kurumlar arasındaki kıyasıya rekabet hekim-hasta ilişkilerini bir ölçüde yumuşattı. Hiyerarşik ilişkiyi tamamen ortadan kaldırmasa da, hekimi daha anlayışlı, hastayı ise daha özgüvenli yaptı. Bunda hasta hakları ve tıbbi etik tartışmalarının kamuya açık ortamlarda daha çok konuşulması, hatta hasta haklarını korumaya yönelik bir mevzuatın oluşturulması, tıp eğitiminde ve sağlık hizmetlerinde, bu konuda özveriyle çalışan akademisyenlerin, meslek örgütlerinin çabasıyla deontolojinin daha fazla yer tutar olmasının da payı var.
Hekimler arası rekabeti arttıran faktörlerden biri, ülkedeki tıp fakültesi ve dolayısıyla hekim sayısının artması. Diğer sebepler ise AKP Hükümeti’nin sağlık politikalarının sonucu olarak devlet hastanelerinden daha geniş mekana, daha fazla donanıma ve insan kaynağına sahip özel ve vakıf üniversitelerine bağlı hastanelerin/kliniklerin hizmete girmesi ve de özellikle doğurganlığı arttıracak yeni tedavi yöntemleri ile estetik operasyonların çeşitlenip yaygınlaşması. Bu rekabeti, hastayı büyük ölçüde müşteri olarak gören özel hastanelerin çalışanlarına yönelik performans baskısı daha da acımasızlaştırıyor. Memleketteki uzman hekimlerin parmakla sayılacak kadar az olduğu dönemlerde gazete ilanlarına, sonraları binaların gövdelerindeki gösterişsiz tabelalara, kartvizitlere yazılan, hastaların kabul günlerinde, otobüs yolculuklarında, hastane koridorlarında, aile toplantılarında birbirlerine tavsiye ettikleri hekim isimleri, internet çağında ilk olarak vesikalık fotoğrafların sol üst köşeye oturtulduğu web sayfalarına yerleşti. Arama motoruna sağlık sorununuzu yazdığınızda bunlardan onlarcası önünüze dökülüyordu. Hatta bazılarına e posta atarak soru bile sorabiliyordunuz. Uygun bulursanız randevu alıp gidiyordunuz.
Fakat çoktandır, bir hekimin sadece işini çok iyi ve özenle yapıyor olması ve iletişim bilgilerini, uzmanlık alanlarını web sitesinden duyurması yeterli olmuyor. Kamusal görünürlüğü olan, güven verici, belagati kuvvetli, mümkünse eğlenceli ve hatta fiziksel olarak çekici olması gerekiyor. Özellikle özel hastanelerde çalışan veya muayenehanesi, kliniği olan hekimler yıllar önce televizyon ve radyo programlarına konuk olarak bu koşulları yerine getirmeye çalışıyorlardı. Başlarda televizyon kanallarının sabah kuşaklarında veya radyo programlarının içinde bir bölüm olarak yer alan sağlık köşeleri, zamanla müstakil programlara dönüştü. Hastalıklarından konuşmak isteyen bu kadar kalabalık bir kesim varken sabah kuşağı programlarını hekimlerin işgal etmeleri hiç de şaşırtıcı değil. Daha çok ev kadınlarının ve yaşlı nüfusun izlediği düşünülerek sabah saatlerine yerleştirilen programlarda her bir yaş grubunun sık yaşadığı sağlık sorunları tek tek ele alınıyordu. Sıradan ve tedavisi kolay olanlardan, geçmişte “devasız dert” diyerek derman aranmayanlara kadar akla gelmeyecek sağlık sorunlarına, birbirinden farklı çözümler öneriliyordu. Hatta kimi öneriler riskli ve tedirgin edici yöntemler içeriyordu.
Bitkisel formüllerle üretilen ilaçları pazarlayan hekimler, farmakologlar ve diyetisyenler de bu programlarla parlamışlardı. Bunlar, geleneksel tedavi yöntemlerinin muhafazakar ideolojilerin yükselişiyle birlikte tekrar revaç bulmasıyla modern tıbba alternatif sayısız çözüm formüle ediyorlardı. Sülükle, hacamat yoluyla tedavi önereninden, bitkilerden yakı yapıp ağrılara son vermeyi vaat edenine, bağışıklık sistemini türlü ağaç yaprağı ve bitki özü ile güçlendirdiğini iddia edenine, doğurganlığı, cinsel gücü arttırıcı karışımlar hazırlayanına kadar çeşit çeşit simyacı hekime maruz kalıyorduk. Geleneksel tıbbın değeri baki olmakla birlikte, bu karşı çıkışta, alternatif üretme ve sunma biçiminde de sayısız sorun olduğu kesin. Dediğim gibi, yükselen muhafazakar ideolojiye istim veren bir faaliyet olduğu için şaibeli. Farmakolojik faaliyetlerin “üstadı” sayılan ve memleketin her yerinde bu ürünleri sattığı mağazalar açan hekimin Cumhurbaşkanı danışmanı olduğunu hatırlayın.
Tabii bilgisayar dolayımlı iletişimin, özellikle de sosyal medyanın her türlü iletişim aracının rolünü üstlendiği son dönemde televizyonlarda görünmek, radyo kanallarından sesini duyurmak kafi gelmiyor. Sosyal medya hesabı olmayan, bunu aktif olarak kullanmayan bir hekim dar bir hasta portföyüyle idare etmek veya devlet hastanesi polikliniklerinde bir günde yüzlerce hastayı muayene eden değil, onlara sadece “bakan” bir otomata dönüşmek zorunda kalıyor. Özellikle genç kuşak, bir sağlık sorunu belirdiğinde veya estetik müdahaleye ihtiyaç duyduğunda tanışmadan önce bir tür sosyal medya arkadaşlığı kurduğu, fanı olduğu hekimi tercih ediyor. Bu yeni pazarlama stratejisine eklemlenebilen hekimler renkli kıyafetler, neşeli performanslar, hastalarla olan yakınlığı, duygudaşlığı gösteren fotoğraflar paylaştıkları sayfalarında neredeyse her gün boy gösteriyorlar. Parıltılı çekirdek aile ve seyahat fotoğraflarının, itibarlı diplomalar, ödüller ve sertifikaların, özel olarak tasarlanmış, iç mimar eli değmiş bir muayenehane dekorunun fonunda, bir hekimde çok alışıldık olmayan dövmeler, porselen dişler, pahalı kıyafetler ve aksesuarlar, hatta estetik müdahalelerle tazelenip cazip hale getirilmiş bedenlerle çıkıyorlar karşımıza. Hatta kimisi bir sosyal medya fenomenine dönüşüyor. Böylece herhangi bir hekime değil, o hekime danışmak için birbiriyle yarışan hasta/müşteri portföyü oluşuyor. Hekimin işinin ehli olmanın ötesinde sosyal becerilere, hatta bir müzik aleti çalmak, şarkı söylemek, resim yapmak, dans etmek gibi yeteneklere sahip olması ise pastanın üzerindeki çilek gibi.
İşte bu grup hekimler ve bağlı oldukları sağlık kurumları sağlığın diğer ticari ve turistik faaliyetlerden biri haline dönüşmesine giden yola epey taş döşediler. Geçen hafta Prof. Dr. Teoman Kadıoğlu, Show TV’deki “Sağlıklı Kal” programına katılmak için kendisinden 6 bin TL istendiğini duyurdu sosyal medya hesabından. Hemen ardından bir meslektaşı, Prof. Dr. Cem Baykal, “Hocam altyazıdan telefonunuz ve adresiniz geçerse +2000 TL, muayenehanenizden görüntü de olursa +2000 TL daha ayrıntısına girmemişler mi?” diye yazarak tartışmaya dahil oldu. Yazışma sürdükçe televizyonlardaki sağlık programlarının, birçok kişinin vakıf olduğu içyüzü açıkça ortaya serildi. Kadıoğlu, “Eskiden TRT ve özel kanallar davet ederdi, görev bilip katılırdım. Son 10 yılda para almadan çıkartan kanal yok. Hekimlerin çalıştığı büyük özel hastane zincirlerinin bu yayınlar için özel bütçesi ve anlaşmaları oluyor; artık çoğunlukla onların doktorları çıkıyor programlara” diyerek serzenişte bulundu. Zincir mağazalar, küçük esnafı nasıl perişan ettiyse, zincir sağlık hizmetleri de işini iyi ve etik kaygılarla yapmaya çabalayan hekimleri gözden düşürdü. Sağlığı bir turistik faaliyete bile dönüştürdü bu zincir hastaneler ve özel klinikler. Hastayı bulunduğu şehirden, hatta ülkeden alıp söz konusu hastanenin bulunduğu şehirde bir otele yerleştiren, tedavisini yaptıktan sonra hasta için o şehirde bir de turistik gezi ve alışveriş turu düzenleyen, sonra tekrar evine bırakan turizm acenteleriyle anlaşıyor hastane ve klinik işletmecileri. Bu durumun farkına varmam için birkaç yıl önce İstanbul’da kaldığım bir otelin yemek salonunun her biri farklı bir dil konuşan kafası sargılı erkekler ve burnu bantlı kadınlarla dolu olduğunu görmem gerekmişti. Biraz soruşturunca, o otelin sahibinin önce bir estetik kliniği açtığını, işler çok iyi gidince önce kliniğini hastaneye dönüştürdüğünü, sonra da verdiği hizmeti çeşitlendirip, barınma ve turistik geziyi de içeren sağlık paketleri pazarladığını öğrenmiştim. İyileşip ülkesine dönmeye hazır hale gelen müşteriler (artık bunlara hasta diyemeyeceğim) tıka basa dolu valizler ve alışveriş poşetleriyle biniyorlardı kendilerini havaalanına götürecek otobüslere veya lüks otomobillerine.
Çoğu dünyadaki popüler örneklerinden adapte edilen “doktor dizileri”nin, rekabetin ve turistik faaliyete dönüşen sağlık ticaretinin etkisiyle, Youtube gibi mecralarda hekimlerin bizzat kendileri tarafından açılan veya konuk olarak yer aldıkları hesaplara sık rastlamaya başladık. Çoğu kendi zekası, dehası ve şifasıyla büyülenmiş gibi görünen, birer estetik tasarım gibi boy gösteren hekimler ile doktor deyince akla gelen yaşını başını almış, otoriter, hafif asabi, beyaz ve erkek uzmanlar bu videolarda, sık sorulan soruları yanıtlıyor, “doğru bilinen yanlış”ları düzeltiyor, yeni ve etkili tedavi pratikleri öneriyorlar. Veya bahsi geçen dizilerden sahneler izleyerek yorum yapıyorlar. Bir kısmı hataları alaycı ve atarlı tavırlarla ortaya seriyorlar, diğer kısmı ise zihnimizdeki doktor imajını değiştiren, anlaşılır açıklamalar yapan, sevecen, tahammül eşiği yüksek bir hekim tipolojisi inşa ediyorlar. Bu video serilerinden birinin girizgahı şöyle yapılıyor: “Bazı meslekler vardır, merak uyandırır. Aklına bir soru gelir ama soramazsın. Çünkü aptal görünmekten korkarsın. Ama biz korkmuyoruz. Şimdi senin yerine aptal soruları biz soruyoruz.” Bir hekimin karşısında cahil veya aptal durumuna düşmek, bizzat hekim tarafından düşürülmek çok yaygın bir tecrübe. Çoğu doktor randevusu, hekimlerin ketumlukları veya anlamayacağınızı bile bile boca ettikleri Latince terimlerle zaten gergin olan sinirlerinizi daha da gererek son bulur. Sözlerinin kesilmesine, kendilerine itiraz edilmesine meydan vermeyen, organlarının yerini veya adını bilmeyen hastaya tahammül edemeyen bir doktorla geçirdiğiniz bir randevudan nasıl dayak yemiş gibi çıkıyorsanız, bu videoların bitiminde de, biraz eğlenmiş olsanız bile aynısını hissediyorsunuz. Biraz durup düşününce, bir hekimin sizin uzmanlık alanınızla ilgili bilgisizliğine aynı hırçınlık ve alaycılıkla mukabele etmeyeceğinizi fark ediyor ve daha da içerliyorsunuz bu yarı tanrı hekim türüne.
Marketlerde kasa yanına konulmuş ürünler veya kitapçılarda öne çıkanlar rafına yerleştirilmiş kitaplar gibi sürümleri oluyor bu şanslı ve varlıklı hekimlerin. Fakat televizyonlarda görüp, radyo kanallarında dinlediğiniz, sosyal medyadan takip ettiğiniz bu isimlerin müşterisi olmak herkesin harcı değil. 5 yıldızlı bir otelin ihtişamına sahip hastanelerde onların kapısını çalabilmek veya kliniklerinin müşterisi olabilmek için üst gelir grubuna mensup olmalısınız. Yoksa bir sabah, hiç yüz yüze gelmeyip, muayene de olmadığınız güler yüzlü, şık ve sabırlı bir hekimden, yakalandığınız veya vehmettiğiniz hastalığınızın tedavisiyle ilgili aldığınız öğütler, ertesi sabah bir devlet hastanesinin polikliniğinin kapısında, bir günde onlarca hastaya bakan bir başka hekimin bezgin ve yorgun zihninde bıkkınlıktan ve öfkeden başka bir karşılık bulmaz.
* Hekimlerin hastalarını endişeye sevk etmemek için hastalığın vahametini gizlemeleri karşısında sarf edilen bu cümle, Ntv Radyo’da, hekimlerin dinleyicilerden gelen soruları yanıtladıkları bir programın adı aynı zamanda.