Doktor Hikmet, Doktor Yusuf… Şair Nâzım, Yazar Yaşar!

Bazı tarihler öyle bir “direniş”e denk düşer ki… Kuşaklar sonrasında bile, “bazılarının” kalbinde bir başka biçimde canlanır, can verir. İstilaya, işgale, teslimiyete isyan edenlerin bir mirası olacaktı elbette. Bugün de böyle tecelli ediyor olabilir.

Umur Talu umurtalu479@gmail.com

“14 Mart Tıp Bayramı” ile birlikte doktorların, daha doğrusu “bazı doktorların” eylemine de tanık olduk.
İktidarın ve devletin “cihanda barış” adına Ukrayna-Rusya arabuluculuğu, İsrail ve Yunanistan ile ilişkileri “ısıtma” çabaları ile “yurtta toplumun her kesimiyle barış”a kayıtsızlığının çakıştığı bir gün işte!

Neden “bazı doktorlar” dedim?
Çünkü “gazeteciler” veya “siyasetçiler” ya da “hukukçular” diye toptan, bütünsel, birlikte nefes alıp veren, aynı etik kaygıları olan, aynı sorunları veya talepleri bulunan birileri var mı?
Yok.
Doktorlarda da yok.
İşçilerde de yok.
Memurlarda da yok.
Olmalı mı? Olmayabilir. Ama “dayanışma” her zaman en zor durumdakilere de omuz vermektir. Kendi konforunu, korkunu terk etmeyi bilip ötekinin elini tutabilmektir.
Temel kaygıları, duyguları paylaşmaktır.
O da yok.
Yine de tarih, yoklara, yokluklara rağmen “bir şeyleri göze alanlar” sayesinde yazılır.

“Taksim Cumhuriyet Anıtı”na tabiplerin bir çelenk dahi koymasını engellemek için emir verenler bir yana, emir kullarının da zerre haberinin olmadığı, haberdarsa bile kalbinin alamayacağı bir tarih belki de!

14 Mart öyle bir tarih.
Dinlemiş, okumuşsunuzdur yahut zaten biliyorsunuzdur.
13 Kasım 1918’de İstanbul’u, adı hukuken işgal olmadan fiilen işgal eden; önce 61 olan, sonra iki günde 167 gemiye çıkan donanma şehre istila kustuğunda…
Denetime alınan kurumlardan biri de Tıbbiye idi.

Yorgun ve yılgın İstanbul’da, ilk direniş ateşi de tam dört ay sonra orada yanacaktı.

3. sınıf öğrencileri Sırrı, Kazım İsmail, Yusuf ve Hikmet; dekan Dr. Akil Muhtar ile Rektör pozisyonundaki Dr. Besim Ömer’in de müsaadesiyle, İngiliz denetimindeki okulda iki kule arasına bayrak çektiler.
İngilizler sert müdahale etti.
Gözaltılar oldu.
Öğrenciler 14 Mart 1827’de ilk tıp okulu Tıbhane-i Amire’nin kuruluşunun “Tıp Bayramı” olarak kutlanmasını gerekçe gösterdiler. Öyle bir şey yoktu aslında ama böylece iki 14 Mart buluşmuş oldu.
1937’den itibaren gerçekten “Tıp Bayramı” sayılacaktı bu tarih.

Ardından Bandırma Vapuru, Samsun, Mustafa Kemal, Erzurum, Sivas, Kuvay-i Milliye, Millî Mücadele…
19 sene sonra Atatürk’ün son nefesinde yanındaki hekimlerden biri olacak, ölümünden 12 saat önce onu yatağında kara kalem resmedip altına ölüm saatini yazacak Dr. Akil Muhtar ağırlığını koydu…
Sivas Kongresi’ne iki tıp talebesinin, Hikmet ile Yusuf”un katılmasını kabul ettirdi. Para toplandı, ancak bir kişiye yetti. Hikmet Bey gitti.
Genç Hikmet muhtemelen artık bildiğiniz ateşli “Mandaya hayır” konuşmasıyla, Mustafa Kemal’in manda istemiş arkadaşlarını sindirdi, “Paşa’nın desteği” oldu.

Tıp öğrencileri Hikmet ve Yusuf’un kaderi birlikte yol aldı sonra.
Millî Mücadele’ye katıldılar, daha doktor çıkmadan Cebeci’de tifüse karşı aşı geliştirirken önce kendilerinde denediler. Bu onları resmen doktor olmadan tabip teğmen bile yaptı.

Hikmet “mücadele kardeşi” Yusuf’u memleketi Balıkesir Savaştepe’ye götürdü. Yusuf orada Hikmet’in kardeşi Nimet’e aşık oldu. Yusuf, Hikmet’in eniştesi oldu.
İkisi de oğullarını Galatasaray Lisesi’ne verdi.
Hikmet’in oğlu Orhan Boran sesiyle, nefesiyle, Yuki’siyle birkaç kuşağın sevgilisi oldu; kendi oğlunu da, Sarıkamış’ta hasta askerlere bakarken 46 yaşında ölen babası Hikmet Boran gibi, doktorluğa yetiştirdi.

“Kardeşi Hikmet”in kısacık ömrüne karşı 1970’e kadar yaşayan ve Fransa, İtalya, Almanya’daki çalışmalarıyla Türkiye’nin ilk uçuş (pilot) doktoru olan Askerî Tabip Yusuf Ziya Balkan’ın oğlu Aydemir de inşaat mühendisi, diplomat, yazar çıktı.

Aydemir Balkan, Paris’te iken evinde ünlü bir şairi ağırladı.
Çünkü babası o şaire hayrandı. Ve kendi subay rütbesine, rejimin şairi dışlamasına rağmen, ona sevgisini hiç saklamamıştı.

Tıbbiye Destanı’nın başrolündeki gençlerden Doktor Yusuf, Kuvay-i Milliye Destanı’nın şairi Nâzım Hikmet’i, Bursa Cezaevi’nde hapisken bile ziyaret etmişti.
Hem de üzerinde askerî üniformayla. Kimseden çekinmeden.

Sadece Nâzım Hikmet değil.
Anlatılanlara göre, Doktor Yusuf, Kayseri’de görevliyken, ağır hasta olan, tek gözü görmeyen bir er ile ilgilenmiş, hayata döndürmüştü.
Kemal Sadık Gökçeli isimli bu eri taburcu etmek zorunda kalınca, onu emir eri almış, kendi evine gelip giderek iyi beslenmesini sağlamak istemişti.

Sonra ondaki cevheri de gördü. Okumayı 9 yaşında üç ayda öğrenmiş olan 23’ündeki bu er, ilk öyküsü “Pis Hikaye”yi askerde yazmıştı.
Doktor Yusuf, İstanbul kokulu, edebiyat dokulu yeni bir hayata atılması için, arkadaşı Vali Fahrettin Kerim Gökay’a rica ederek onu Havagazı Şirketi’ne gönderecekti.

O er, Kemal Sadık, İstanbul’da Yaşar Kemal oldu.
Tıbbiye İsyanı’nın kahramanından edebiyat isyanının kahramanına gelivermişti hem tarihimiz, hem talihimiz.

Bazı tarihler öyle bir “direniş”e denk düşer ki…
Kuşaklar sonrasında bile, “bazılarının” kalbinde bir başka biçimde canlanır, can verir.
İstilaya, işgale, teslimiyete isyan edenlerin bir mirası olacaktı elbette.
Bugün de böyle tecelli ediyor olabilir.

Hepimizin ruhunu besleyen, haksızlıklara başkaldırı öyküleri vardır.
Belki “bütün doktorlar”ın olmadığı gibi; “bütün işçiler”in değil, “bütün hukukçular”ın değil, “bütün gazeteciler”in “bütün şairler ve yazarlar”ın değil…
Ama mesleklerin, grupların, somut dertlerin ötesinde…

İnsan ve vicdan onuruyla, sınırları, sınırlamaları aşan bir dayanışmayla.
Doktor Hikmet ile Doktor Yusuf’unki, Doktor Yusuf ile Şair Nazım ve Yazar Yaşar’ınki gibi!
Bu yazının duygusu da odur!

Tüm yazılarını göster