Ben bu toplumun kesinlikle bir insan toplumu olduğu düşüncesinde değilim...
Ece Ayhan, 12 Eylül darbesini kurumsallaştıran, yasayla kalıcılaştıran, toplumun % 91.37 gibi ezici çoğunlukla kabullendiği anayasa oylaması sonrasında Akif Kurtuluş’a mektuplarından birinde yazmıştı bu sözleri.
Öncesi de var ama bu sözlerin edildiği dönem dikkate alınırsa, kırk yıldır insan toplumu olmaktan uzağız. Her geçen gün daha da uzaklaşıyoruz. Örneğin, çocuk cinayetleriyle övünülebiliyor artık!
Daha düşeceğimiz yer neresi olabilir?
Çöküşün başlangıcına; insanlığı ve toplumu kaybedişin yakın miladına dönelim.
50 kişinin idam edildiği ve bunun sessizce onaylandığı bir yerde toplumdan da insandan da söz edilemez, evet. Oysa bunun sadece on yıl öncesinde; 1972’de darbecilerin üç genç insanı ipe çekmesi ağıtlarla, sözlü - yazılı sayısız anlatıyla toplumsallaşmıştı. Ortak acıyı, yası sağaltmaya yönelik anmalara dönüşmüştü. 12 Eylül’ün seri idamlarıysa çocuk yaştaki biriyle başlıyordu. Kırım ve toplumsallığı her yönüyle parçalayıp ezecek şiddet, alenen cinayetle; yaşı büyütülerek idam edilen bir çocukla başlıyordu.
Bu bir utanç değil, bugün övünçle sahiplenilen miras olarak karşımıza çıkıyor: 15 yaşında gaz fişeğiyle katledilen Berkin Elvan için bugün “Ben mi öldürdüm; öyleyse iyi yapmışım” deniyorsa, orada insandan ve insan toplumundan söz edilemez.
***
Ece Ayhan, “bu toplumun temel bir niteliği de unutmaktır” diyor, her alanda ve her anlamıyla belleksiz bir toplum olduğumuzu belirtiyordu aynı mektubunda. Ama yine kendisinin diğer yazılarına bakılırsa, bunun son derece örgütlü, bilinçli, stratejik bir belleksizlik olduğu görülür. Öyleyse, toplumun temel niteliği açık şiddet yoluyla zorunlu hale getirilen unutma, daha doğrusu zor yoluyla dayatılan unutturma, boyun eğdirmedir.
Yine Ece Ayhan’ın Sivil Denemeler’deki ifadesiyle söyleyelim, “kötülük dayanışması gereğince en yalın şeyler bile sorgulanmaz.” Bu sorgusuz sualsizlik, toplumun güce, iktidara, onun düşünce ve icraatına itaatidir.
12 Eylül idamlarının “darbe dönemi” denerek içselleştirilmesi, İlhan Erdost ve daha nicesinde olduğu gibi sorgu dışı, aleni kaba dayakla, işkenceyle insanların öldürülmesinin örtbas edilmesi, vahşetin paylaşılması demektir.
Aynı örtbas etme ve vahşet paylaşımı 2 Temmuz’da “yakın ula, yakın” narasıyla yinelenecek... Daha yakınlarda Konya’da Kürt ailenin orada barınamaz hale getirilip nihayetinde katledilmesiyle, Altındağ’da Suriyelilerin kaldığı evlerin ateşe verilmesiyle, yangın bölgelerinde yol çevirmelerle, linçlerle olağanlaşacaktır.
YOK OLAN ÇOCUKLUK - KATLEDİLEN ÇOCUKLAR
Burada Erdal Eren yaşı büyütülerek ipe çekilirken, Amerikalı iletişimbilimci Neil Postman ilginç bir kitap yayınlamıştı 1982’de: Çocukluğun Yokoluşu.
Biyolojik yaş döneminin ötesinde bir kimlik, nitelik olarak çocukluğun Batıda rönesans sonrasının icadı olduğunu söyler Postman. Bu, “ölümü hatırla” düsturunun hakim olduğu ortaçağdan, dünyanın ve insanın yeniden keşfedilmesiyle; hayatın ve insanın değer kazanmasıyla birlikte çocukluğun da inşa edildiği anlamına gelir.
Bu keşif, icat ve inşalara, insanların bir arada yaşamayı temellendirdikleri değerlerin de değişimi eşlik eder. Örneğin din - inanç bağı üzerinden, yerellik, aynılık, benzeşlik üzerinden tanımlanan cemaat halinden çıkılır. Keza, tek kişiye ve onunla özdeş devlete tabiyet düzeninden modern topluma geçiş bu süreçle birlikte doğar.
Çocukluğun icadı ve inşası tüm bunların temel yapı taşlarındandır.
“Çocuklar, göremeyeceğimiz bir zamana gönderdiğimiz, canlı mesajlardır” diyor Postman. Sabit - durağan zamandan, “ölümlü dünya” anlayışından dinamik, canlı yaşayan, yaşanan zaman – hayat anlayışına geçişte, insanın ve toplumun gelecek ufku kazanmasında çocuğun, çocukların yerini işaret ediyor.
Ve biz çocukları katlediyoruz, bununla övünüyoruz!
Bir insan toplumu mu burası? İnsan mıyız biz?
Ece Ayhan’la başladık, onunla bitirelim:
Dokunmayın çocuklara sabah
Sabah ulan! Loncaya yazılmadan